1820’ler’den I. Dünya Savaşı’na kadar yaklaşık 100 yıllık sürede Osmanlı İmparatorluğu Batı’nın, askeri, siyasi ve ekonomik gücü ve baskısı karşısında gerilemiş ve içe kapanmıştır. Devleti yeniden yapılandırma ve Batı’ya açma reformları başarılı olamamıştır. Çünkü ülke Sanayi Devrimi’ni yaşamış ve ilkel bir tarım toplumu olarak kalmıştı.
20. Yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa ülkelerinin tarımsal ve sınai malları için tam bir “açık pazar” durumundaydı. Ülkede Sarayın ve Ordunun temel ihtiyaçlarını karşılamak için var olan birkaç fabrika ile yabancıların kurduğu ve işlettiği küçük ölçekli az sayıda işletmeden başka sınai yatırım yoktu. Sadece yıkıcı ve haksız rekabete dayanabilen az sayıda el sanatları ayakta kalabilmişti.
Lozan Antlaşması imzalandığında, demiryolları, belediye işletmeleri, madencilik ve çok sayıda çeşitli alanlarda çalışan küçük işletmeler yabancı şirketlerin elindeydi. Azınlıklar bu işletmelerin ortakları veya rehberleri olarak servetlerini katlama olanağına sahiptiler.
Osmanlı Devleti dış ticaret ve kamu maliyesi açıklarını kapatmak için, azınlıklardan ve yurt dışından sürekli olarak borç almaktaydı. Lozan görüşmelerinde devletin dış borç miktarının -161.3 milyon lira- olduğu belirlenmişti. Türkiye Cumhuriyeti’ne düşen borç payı, faiziyle birlikte -115 milyon lira- olarak hesaplanmıştı.
Kurtuluş Savaşı ile düzenli bir ordunun ihtiyaçlarını günü gününe karşılamak zorunda kalan Ankara Hükümeti’nin, yoksul Anadolu insanından başka yardım isteyebileceği dostu yoktu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5 Ağustos 1921 tarihli kararı uyarınca olağanüstü yetkilerle Başkomutanlığa getirilen Atatürk, 7-8 Ağustos tarihlerinde yayınladığı duyurularla (1.-6.Tekâlif-î Milliye “milli vergi”) halktan mal, para ve hizmet talep etmiştir.
Savaş başladıktan sonra ülke dışından gelen en anlamlı yardım,
Hint Müslümanlarının aralarında toplayıp Atatürk’e gönderdikleri yaklaşık 125 bin İngiliz lirasıdır.
Atatürk bu parayı Cumhuriyet’in ilânından sonra İş Bankası kurulurken pay olarak kullanmıştır. İkinci anlamlı dış kaynak
Lenin yönetimindeki Sovyet Rusya’dan gelmiştir.
Her türlü silah, malzeme yanında
10 milyon Ruble
kadar da para… Üçüncü dış yardım 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması uyarınca Fransızların Anadolu’dan çekilirken çok önemli miktarda ve çeşitli silahı, Ankara Hükümeti’ne teslim etmesiyle gerçekleşmişti.
Lozan Barış Antlaşması’na ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna giden yolu açan Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması;
İstiklal için her şeyi feda etmeyi bir vatan görevi sayan Anadolu halkının eşi görülmemiş fedakârlıklarıyla mümkün olduğu unutulmamalıdır.
Büyük Kurtarıcı Lozan Antlaşması ile kazanılan siyasal bağımsızlığın kaybedilmemesi için iktisadi bağımsızlığın da sağlanmasını kaçınılmaz sayıyordu .
Bu görüşünü, 17 Şubat 1923’te toplanan Türkiye İktisat Kongresi ’nin açış konuşmasında şu veciz cümlesiyle açıklıyordu: -… ”Ulusal egemenlik iktisadi egemenlik ile pekiştirilmelidir.”
Atatürk, 1920’li yılarda dünyaya baktığında “liberal kapitalizm” in gelişmiş ileri örneklerini temsil eden Batı Avrupa ile “kollektvizm”in ilk örneği olan ve henüz bocalama döneminde bulunan Sovyet Rusya’yı görmekteydi. O yıllarda iktisat biliminde Makro İktisat ve Kalkınma İktisadının yaklaşım ve modelleri bilinmediği gibi “geri kalmış ülkelerin” iktisadi sorunları da henüz kitaplara ve iktisatçılara konu olmamıştı.
Anadolu halkı ardı ardına gelen Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı nedeniyle insanını hayvanını ve malını kaybetmiş, yoksul ve çaresizdi. Halkın %80’den fazlası geçimini tarıma dayalı faaliyetlerden sağlamaktaydı. Ülkede yetişmiş iş gücü, deneyimi girişimci, sermaye ve altyapı olmadığı gibi, yol gösterecek düzenli çalışan kamu kurum ve kuruluşları da yoktu. Bu durumu Falih Rıfkı Atay “Çankaya” adlı kitabında şu cümlelerle tanımlıyor:
…”Bilmiyorduk. Bir bilen öğreten de yoktu. Herkes şaşırtıcı ve ümit kırıcıydı. Mekteplerde okudukları ya da okuttukları XIX. Yüzyıl iktisat teorisiyle yeni devlete nasihat verenleri dinlesek, kollarımızı kavuşturup bir yüzyıl beklemeliydik.”
Türkiye İktisat Kongresi’nde alınan kararlara uygun olarak, hükümet ilk ulusal ticaret bankamız olan Türkiye İş Bankası’nın 1924’de faaliyete geçmesini sağlamıştır. Ardından sanayi alanında kredi vermek üzere 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur (19 Nisan 1925tarihli 633 sayılı kanunla kurulan banka 1 Mayıs 1925’te çalışmalarına başlamıştır). Çiftçi kesiminin isteğine uyularak, yaklaşık devlet gelirlerinin %30’unu sağlayan Aşar Vergisi yürürlükten kaldırılmıştır. 1927 yılında “Teşvik-i Sanayi Kanunu” ile sınai yatırımlar özendirilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yani ulusal ekonomiye geçiş süreci içinde Hükümet demiryolu yapımını öncelikle ele almıştı. Kamu kaynakları çok yetersiz olmakla birlikte yabancı şirketlerin millileştirilmesi başlatılmıştı. Devlet dış ekonomik ilişkileri denetim altına almaktan uzaktı. Birinci nedeni ülkenin bir “merkez bankası” yoktu. İşleri yabancı bir banka olan Osmanlı Bankası yürütüyordu. Ayrıca Lozan Antlaşması’na bağlı “Ticaret Sözleşmesi”ne göre 1929 yılına dek Türkiye gümrük tarifelerini değiştirme hakkından yoksundu.
Ana hatlarıyla belirlemeye çalıştığımız bu olumsuz koşullar “ulusal ekonomiye geçiş dönemi” diye nitelediğimiz (1923-1930) döneminde atılım yapmayı engellemişti. Atatürk ve arkadaşları “Modern Türk Devleti Projesi”ne uygun olarak Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşamasını sağlayacak kurum ve kuruluşların yasalarını yürürlüğe koydular.
Ana hedef halk egemenliğine dayanan, çağdaş ve bilimi rehber alan yeni bir devlet düzeni kurmaktı.
Ülke içinde siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlar aşılmaya çalışılırken
“1929 Büyük Buhranı”
patlak verdi. Dünyayı sarsan bu ekonomik kriz özelikle tarım ürünleri piyasalarında fiyatların hızla düşmesine neden oldu. Geleneksel tarım ürünleri ihracatçısı olan Türkiye’nin döviz gelirleri hızla düştü. Dolayısıyla tarımsal ürünlerin üreticileri büyük bir yoksullaşma süreciyle karşı karşıya kaldılar. Ulusal ekonomik düzenini kurmaya çalışan genç Türkiye Cumhuriyeti “ekonomik seferberlik” ilan etmek zorunda kaldı.
Atatürk’ün önderliğinde başarıyla yürütülen siyasal, toplumsal ve kültürel reformlar yanında, bu kez hızlı ve köklü iktisadi reformlar başlatılmıştır.
Dünyanın ve Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu iktisadi sorunları çok iyi değerlendiren Atatürk ve yakın çalışma arkadaşları ülkenin sosyo-ekonomik yapısına uygun önlemleri 1930 yılının başından itibaren yürürlüğe koymaya başladılar. Başka bir deyişle Devletçilik’in gereği olan ekonomik yasalar ve kurumlar hayata geçirildi.
T.C. Merkez Bankası’nın 1931 yılından itibaren faaliyete geçmesiyle ülkede kurulmakta olan Yeni Ekonomik Düzen’in kendisini koruması kolaylaşmıştı. Böylece Osmanlı Bankası ve azınlıkların, ulusal ekonomik çıkarlara ters düşün karar ve uygulamaları son bulmuştu.
Mustafa Kemal Paloğlu’nun uzak-yakın tarihimize gerçek bağımsızlık ekseninde temel bir bakış açısıyla yayımladığı eseri “Müdafaa-i Hukuk Saati”, sayfa 235’te T.C. Merkez Bankası ve binası hakkında bizlere şu kıymetli bilgileri aktarır:
…”Önümde güzel bir albüm var. 1993 yılında Ankara Büyük Şehir Belediyesi çıkarmış. Proje sorumlusu Demet Börtücene’nin öncülüğünde değerli bir araştırma grubu hazırlamış. Adı “Bir Zamanlar Ankara”. Ankara’nın geçmişini ve bugününü anlatıyor; yazılarla, görüntülerle tam bir belgesel.
Albümün 49. sayfasında eski bir fotoğraf var, eski bir binanın fotoğrafı. İmparatorluk döneminden kalmış bir bina. İki katlı, fazla büyük olmayan taş bir yapı. Melez bir mimari havası var. Eski Ankara evlerine benzemiyor. Anadolu insanının diliyle söyleyelim, yadırgı-yaban bir yapı. Tıpkı içi gibi. Niçin tıpkı içi gibi? Fotoğrafın üstündeki yazı bunu anlatıyor:
—“Tuz Nâzırlığı da denilen Düyûn-u Umumiye binası, Kızılbey Türbesi ve Camii yanındaydı. Günümüzde bu binanın yerinde Merkez Bankası yer almaktadır.”
Bina, Ankara Düyûn-u Umumiye binası imiş. Ankara halkı ona “Tuz Nâzırlığı” demiş. Düyûn-u Umumiye denen Osmanlı genel borçları idaresi, anlaşılan Ankara bölgesinde daha çok tuz gelirlerine el koyarlarmış. Halk, o şaşmaz sezgisiyle, yalın bir biçimde ve kestirme yoldan en doğruyu söylemiş; “Tuz Nâzırlığı”.
Bina Cumhuriyet döneminde yıkılmış, yerine Merkez Bankası binası yapılmış. Merkez Bankası binasının oraya yapılması herhalde bir rastlantı. Ama ne kadar güzel bir rastlantı, bütün bir tarihi anlatan rastlantı. Adeta özellikle yapılmış gibi.
Düyûn-u Umumiye ne idi?
Önce biraz öncesine bakalım. Prof. Dr. Gülten Kazgan, 8 Mayıs 1994 günü Cumhuriyet’te şunları yazmış: …”1838’de ve 1859’da Osmanlı-İngiliz, Osmanlı- Fransız Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı, önce bu ülkelere, sonra da en fazla kayırılan ülke ilkesine bütün düvel-i muazzamaya serbest ticaretle kapılarını açar; 1850’li yıllara geldiğinde sıfırı tüketir, tıpkı bugün olduğu gibi… Serbest ticaret, özgürlük derken sıfırı tükettiği gibi bir de borç ödeyemez duruma düşen Osmanlı 1875’te moratoryum ilan der.”
Sonrası mı? O da şöyle:
…”1881’de ilan edilen “Muharrem Kararnamesi” ile Düyûn-u Umumiye kurulur: Osmanlı genel borçları idaresi. Sıfırı tüketen Osmanlı, bütün devlet gelirlerinin toplanması işini bu idareye bırakır. Devletler, alacaklarını böyle tahsil ederler ve Osmanlı Maliye Nezareti artık Beyazıt’ta veya Divanyolu’nda, bir vezne dairesi. İmparatorluğun merkez bankası işlerini gören ve denetleyen de emperyalizmin bir kuruluşudur: Bank-ı Osmani. Emperyalizmin öteki kolları gibi: Düyun-u Umumiye, Şimendifer İdaresi ve Reji.
Cumhuriyet işte bu mirası devraldı ve elinin altında yanık bir kumaş parçası gibi duran vatanda Osmanlı borçlarını ödedi, Düyûn-u Umumiye’yi tasfiye ett i. Cumhuriyet Merkez Bankası’nı kurdu. Sağlam ve ulusal bir parası vardı. Yabancıların ellerindeki bütün kuruluşları millileştirdi, demiryollarını yaptı, fabrikaları kurdu, ama borçlanmadı.
Acaba dikkat edilmiş midir? Devletin bütün kurumlarının ve kuruluşlarının isimlerinin başında “Türkiye Cumhuriyeti” sözcükleri vardır: Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası gibi. Oysa Merkez Bankasınınki farklıdır ve onun adının önünde “Cumhuriyeti” değil, “Cumhuriyet” sözcüğü vardır;
“Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası.”
Bu “İ” farkı nedir acaba?
Merhum Prof. Dr. Muhlis Ete, Siyasal Bilgiler Fakültesinin sevgili hocalarından biri idi. Bizden üst sınıflardaki arkadaşlarımız anlatmışlardı. Merkez Bankası’nı anlatırken bir gün bunu sorduğunu hatırlıyorlardı: …”
Niçin Merkez Bankası’nın adındaki o sözcük “Cumhuriyeti” değil de “Cumhuriyet” biçimindeydi?”
Cevabını gene kendisi vermiş:
…”Bütün o kuruluşlar devletin birer kuruluşudur; ama Merkez Bankası devletin ta kendisidir, onun için Cumhuriyet Merkez Bankası’dır.”
Yıllar sonra, bir araştırma için “Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerini tararken gördüm ki Atatürk, henüz Merkez Bankası kurulmadan ve elbet kuruluş kanunu çıkmadan önce yaptığı Meclis açış konuşmalarında, kurulacak bankanın adını hep “Cumhuriyet Merkez Bankası” olarak söylemiş. (Bakınız:Bilgi Yayınevi, 1.Basım, Ocak 1998)”
1933’te kurulan Sümerbank, Atatürk’ün köşe taşlarını koyduğu Devletçilik ’in temel öğesi ve sürükleyici kurumu olmuştur. Bugünkü anlamda bir “kalkınma bankası” gibi kurulan ve çalışan Sümerbank , çağını aşan Türkiye’ye özgü bir banka modeliydi. Tamamı kamuya ait 20 milyon sermayeyle faaliyete geçen banka, 4 sınai işletme, bir satış mağazası ve iki banka şubesi devralmıştı. Sümerbank’ın kaynak kullanımında ve faaliyetlerinde öncelikleri nasıl belirleyeceği kuruluş yasasında açıklanmıştı. Örneğin ham maddesi ülke içinden sağlanacak sınai yatırım projelerine bankanın öncelik vermesi ön görülmüştü.
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1934-1938) uygulamaya konulduktan sonra “Devletçilik ”in temel kurum ve kuruluşlarının tamamlanmasına devam edilmişti. Özellikle enerji ve madencilik konusundaki araştırmaları ve işletmeleri denetim altına almak ve bir merkezden yönetmek için 1935 yılında 20 milyon sermaye ile Etibank kuruldu .
Yabancı sermayenin elinde bulunan Ergani-Murgul bakır ve Divriği demir işletmeleri Etibank tarafından satın alındı. Ardından Ereğli Kömür İşletmeleri de bankaya devredilmiştir, aynı yıl yer altı zenginliklerinin araştırılması ve belirlenmesi görevi için Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü kurulmuştur. Esnaf ve sanatkârın kredi ihtiyacını karşılamak üzere, 1933’de kurulan, kaynak yetersizliği nedeniyle ancak 1938’de faaliyete başlayan Halk Bankası bir kamu bankası olarak örgütlenmiştir.
Devletçilik uygulamaları ile tarımı geliştirme yönünde nitelikli tohum, damızlık, fide ve fidan yetiştirip çiftçiye dağıtmak üzere Hazine arazisi üstünde devlet sermayesiyle örnek çiftlikler kurulmuştur. Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği’nin kurulmasında bizzat Atatürk işin başında bulunmuştur.
Devletçilik döneminde dış ticaret ikili antlaşmalara göre yürütülmüş ithalat yasaklama ve kontenjanlarla denetim altında tutulmuştu. Dış ticaret dengesi sağlanınca dış borçlanma ihtiyacı doğmamış ve Türk Lirası’nın değeri korunmuştur. Bu sonuç içerde enflasyonun dizginlenmesi kolaylaştırmıştı.
Devletçilik uygulamalarının bazı çevrelerde tereddütler uyandırdığını gören Atatürk, bunların yakından tanıdığı İş Bankası Genel Müdürü, Celal Bayar’ı İktisat Vekilliği’ne getirdi. Ardından o eşsiz önderlik yeteneğini kullanmış ve ard niyetlilere cevap niteliğinde Devletçiliği tanımlamış ve Celal Bayar aracılığı ile kamuoyuna duyurmuştur.
Devletçilikle ilgili uygulamaların ana ilkeleri 1935’de ülkede tek siyasal örgüt olan CHP ‘nin programına konmuştur. Laiklik, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Devletçilik ve Devrimcilik olarak adlandırılan altı temel ilke devletin temel nitelikleri sayılarak 1937’de Anayasa’ya dâhil edilmiştir.
Devletçilik modelinin ana öğesi ve hedefi “Devlet öncülüğünde planlı sanayileşme” idi. Tarıma dayalı geri kalmış bir ülkede Atatürk’ün başlattığı “planlı sanayileşme” uygulaması 1930’lu yılların dünyasında öncü ve örnek bir modeldi. 17Nisan 1934’de yürürlüğe giren “Birinci Sanayi Planı” 1934-1938 yıllarını kapsayacak biçimde hazırlanmış bir sektör planıydı.
Plân üç temel ilkeye dayandırılmıştı:
1)Temel hammaddeleri yurt içinde üretilen veya üretilecek olan sınai tesislere,
2)Büyük sermaye ve ileri teknoloji gerektiren projelere,
3)Kuruluş kapasitelerinin iç tüketimi karşılayacak düzeyde tutulmasına öncelik verilmişti.
Bu ilklere uygun olarak altı temel sınai faaliyet alanında 20 fabrika kurulmuştu.
Birinci Sanayi Planının uygulaması devam ederken İkinci Planın hazırlıklarını görüşmek üzere 20-24 Ocak 1936’da İktisat Vekili Celal Bayar’ın başkanlığında Sanayi Kongresi toplandı. Belirlenen ilke ve öneriler çerçevesinde İkinci Plan hazırlandı. Bu plan birinciye göre tesis sayısı ve kapsadığı alan yönünden daha geniş tutulmuştu.
Ancak 1938 yılında dünyada savaş rüzgârlarının esmeye başladığını gören Türk Hükümeti, Atatürk’ün ölümünden iki ay önce, İkinci Planı dört yıllık olarak yeniden düzenlemişti. İkinci Dünya Savaşı başlamadan üç ay önce bu Plandan vazgeçilerek yerine
“İktisadi Savunma Planı”
yürürlüğe konmuştu.
Atatürk ve arkadaşları 1923’te bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu dünyaya ilan ettiği zaman, ülke ekonomisi yarı-bağımlı durumda idi. Yabancı şirketler ve bankalar, ülke ekonomisini bütünüyle kontrol edebiliyorlardı. Devlet iç ve dış çevrelere mali gücünün üstünde borçlanmış durumdaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri yaklaşık on yıldır savaş içinde bulunan ülke yanmış, yıkılmış ve harabe görünümündeydi. Genç erkek nüfusun çok önemli kısmı ölmüştü. Yetişmiş tecrübeli yönetici, memur ve işçi bulunmamaktaydı. Yeterli sayıda okuma-yazma bileni her ilçe ve köyde bulmak mümkün değildi. Ekonomi bütünüyle doğanın cömertliğine terk edilmiş tarımsal faaliyetlerle ayakta duruyordu. Anadolu’da öz tüketimini karşılayan köyler ve bazı çevreler ve bazı ilçeler dışında, ülke insanının beslenmesi, giydirilmesi ve çalışabilmesi için ne gerekliyse, dış ülkelerden ithal ediliyordu. Devlet zayıf yerli girişimleri korumak ve vergi gelirlerini arttırmak amacıyla gümrük tarifelerini değiştirmek hakkına sahip değildi. Bütün bu olumsuz koşulların üstüne Büyük Dünya bunalımının dünya ticaretini çökerten, işsizliği yayan sonuçları eklenmiştir. Bu bunalım özellikle yeni toparlanmaya başlayan Türk tarımını durgunluğa itmiştir.
Saydığımız bütün olumsuz koşullara rağmen Atatürk, birbirleriyle tutarlı ve ülke gerçeklerine uyan ekonomik önlemleri yürürlükte tutmaktan vazgeçmemiştir.
Atatürk’ün, döneminin öncüsü olarak geliştirdiği ve başarıyla uyguladığı bu iktisat politikalarının olumlu sonuçları şöyle özetlenebilir:
—10 milyondan 16 milyona çıkan nüfusun tamamı açlıktan kurtulmuş, yoksulluk göreceli olarak azalmıştır. Ununu, şekerini ve basmasını ithal eden ülke, dönem sonunda bu alanlarda kendi kendine yeterli hale gelmiştir.
—GSMH 15 yıllık dönemde ortalama olarak %8 oranında büyümüştür.
—Dönemin ikinci yarısından itibaren dış ticaret sürekli fazla vererek Türk Lirasının ABD Doları karşısında değer kazanmasına ve kurun beş yıl boyunca (1934-1938) 1 Dolar eşittir (=) 1,26 TL. düzeyinde kalmasını sağlamıştır. Merkez Bankası’nda 36 milyon liralık döviz ve 26 ton altın birikmiştir.
—Ekonominin gelişmesini ve bütünleşmesini hızlandıran alt yapının kurulmasında ve demiryolu ağının örülmesinde şaşırtıcı e başarılı sonuçlar alınmıştır.
—Devletin öncülüğünde başlatılan sanayi yatırımları başarıya ulaşmış ve dönem sonunda ülke 17 sınai işletmeye kavuşmuştur. Öz kaynaklara dayanarak gerçekleştirilen bu tesisiler, Türkiye’nin sanayileşme hareketine her bakımdan yön veren temel kuruluşlar niteliğinde olmuşlardır. Örneğin bu kamu kuruluşlarında yetişen yöneticiler ve işçiler, sonraki yıllarda özel sektörün kurduğu ilk sınai işletmelerin başarıya ulaşmasında görev almışlardır.
—Başarıyla uygulanan anti-enflasyonist bütçe ve para politikasıyla iç fiyatlarda ve paranın değerinde istikrar sağlanmıştır. Bu sonuçla bozuk olan gelir dağılımının kötüleşmesi önlenmiştir. Ayrıca vergi sisteminde yapılan reformlarla yoksul kesimlerin yükü azalmıştır. (Bakınız: Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2005, “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II” Durmuş Yalçın, Bölüm:7 Cumhuriyet Tarihinde Ekonomik Gelişmeler, Sf:319…328)
-…
”Sinir gevşetici sözlere, telkinlere, ehemmiyet ve itimat gösterilmemelidir. Osmanlı tarzı idare ve siyasetinin yarattığı bu nevi zihniyetler reddedilmelidir. Ordu ile muharebe ile inat ile bu işin içinden çıkılmaz tarzındaki, kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla bir vatan, bir millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir. Bunun aksini düşünerek hareket edeceklerin acı neticelerle karşılaşacaklarına, şüphe yoktur. Türkiye, işte bu yoldaki yanlış fikirlere, yanlış zihniyetlere sahip olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddiyatta olsaydı, hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki çöküş, ahlak ve manevi değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe yok ki, bu büyük memleketi, bu koca milleti yok olma uçurumuna sevk eden başlıca sebep bu olmuştur.”