GÖKÇER TAHİNCİOĞLU
“Türkiye’de gazetecilik ve gazetecilerin halleri günden güne kötüye gidip, sonunda bugünkü dipteki halini aldı” ifadeleriyle bir cümleyi kurduğunuzda, iyiden kötüye bir geçiş olmuş gibi anlaşılıyor. Ancak bugün, tabloyu ortaya koyabilmek için daha net ifadelere ihtiyacımız var.
Türkiye’de gazetecilik ve gazetecilerin halleri kötüyken daha da kötüye gidip, sonunda bugünkü dipteki halini aldı. 90’lı yıllarda muhabirlerin bir yandan değersizleştirilip, bir yandan sendikasızlaştırılıp, istediğinde işten çıkartabileceğin, asgari ücretin de altında, sigortasız çalıştırabileceğin çalışanlara dönüştürülmesi, sonun başlangıcıydı.
Dünyada örneği olmayan bir “köşe yazarı” profili medyada peydah oldu. İktidarla yakın ilişki kurmakla görevli, siyasi kulis adı altında övgü yazıları yazan ve gazetelerin içinde bürokrat gibi dolaşan o köşe yazarı profili aslında neler olacağının kanıtı gibiydi.
Medyada bütün bunlar olurken, bazı alanların kaderi hiç değişmiyordu.
60’lı yıllardan itibaren kaderi bir türlü değişmeyen, dudak bükülen, yöneticilik ya da yazarlık için tercih edilmeyen alanların başında polis-adliye muhabirliği geliyordu. Öylesine görmezden geliniyordu ki polis – adliye muhabirliği, muhabirin emniyet alanında mı yoksa adliyede mi uzmanlaştığı bile pek bilinmezdi. Binlerce sayfadan oluşan dosyaları okuyan, gecesi gündüzü belirsiz o muhabirlerin hangi konuyu araştırdığına bile bakılmazdı. Eylem mi var, onlar gönderilirdi, kaza mı olmuş onlar bakmalıydı.
Onlar her yere bakmalıydı ama bütün dünyada olduğu gibi manşet ortalamaları incelendiğinde, manşetlerin en çok onların haberleriyle dolu olduğuna ise pek bakılmazdı.
Ancak basit bir denklem var.
Kapitalizm, neoliberal politikalar bütün dünyayı hızla kirletiyordu. Mafyanın bir ayağı siyasetteydi; bir ayağı futbolda, bir ayağı ekonomide, bir ayağı magazinde, bir ayağı yargıda, bir ayağı emniyette. Doğal olarak polislerin ve savcıların da bazen ilgi alanları bu alanlara dönüyor, bazen kendileri ilgi alanları haline geliyordu. Daha önce kazalara, adli vakalara sıkıştırılmış emniyet ve yargı muhabirlerinin haberleri dünyanın dört bir köşesinden duyulmaya başlandı.
Türkiye gibi, siyasetten geriye kalan tüm zamanların operasyonlarla dolu olduğu bir ülkede de farklısı düşünülemezdi.
12 Eylül’ün pusu biraz olsun ortadan kalkıp, 90’lı yılların ikinci yarısına gelindiğinde emniyet ve adliye muhabirliği ayrıştı. Gazete bürolarında hem yüksek yargıya, hem adliyeye bakacak ayrı muhabirlerin istihdamı geldi ardından.
Susurluk patlamıştı, JİTEM, Yüksekova çetesi… Birkaç yıl sonra Umut operasyonu, enerji ve ihale operasyonları…
Sonradan özel yetkili savcılık adını alacak olan DGM’ler, Türkiye’nin gündem belirleyen kurumlarına dönüşmüştü.
Artık adliye muhabirlerinin tamamı yargı muhabiri olarak anılmaya başlanıyordu. Alana bakan muhabirler ise adliye ve yargı muhabirliğinin farklı olmadığını biliyorlardı elbette.
Yargı muhabirlerinin “olmazsa olmaz” oldukları artık iyiden iyiye anlaşılmıştı.
Kanunları bilmeleri, mahkemeleri takip etmeleri, savcıları tanımaları, karara bağlanan davaların akıbetini izlemeleri gereken muhabirlerin, açılan yeni soruşturmalardan, davalardan da haberdar olmaları ve eksiksiz yazmaları bekleniyordu. Üstelik işler bütünüyle çığırından çıkarken.
Ergenekon operasyonları dönemine gelindiğinde, artık bir yerlerden “hazır haber” ya da “mesaj” almadan olağan gazetecilik faaliyetlerini sürdüren muhabirlerin önünde milyonlarca sayfadan oluşan klasörler vardı. Hem de gazete büroları hızla erimeye başlamışken.
Artık iki yerine tek muhabir çalışıyordu bürolarda. Ve onlarca operasyonu, onlarca duruşmayı, onlarca davayı takip etmeleri gerekiyordu. Özgürlüklerinden olan, yaşamını kaybeden, hayatı değişen insanlardı söz konusu olan. Bu nedenle de hataya da yer olmayan bir muhabirlikti yapılması gereken.
Üstelik savcıların, iktidarın da dikkati bu haberlerdeydi. Hoşa gitmeyen haberleri, kitapları yazanlar kendilerini sanık olarak buluyordu hemen.
Bugün durum çok farklı değil.
Artık o eski gazete büroları yok. Bu nedenle usta-çırak ilişkisi içerisinde mesleği sürdürmek çok kolay değil.
Yargı muhabirliği gibi usta-çırak ilişkisini mutlak olarak gerektiren bir alanda çalışmaya başlayan muhabirlerin işleri eskisinden de zor. Sadece duruşma izleyebilmek için bile büyük bir mücadele vermeleri gerekiyor kimi zaman.
Siyasetin, ekonominin, sokağın adliye üzerinden dizayn edildiği bir sistemin içerisinde, güvencesiz, sokakta ve adliyelerde sürekli olarak polis ve savcılarla karşı karşıya çalışmak zorundalar gazeteciler.
Ve bütün zorluklara rağmen, yüzlerce davada ne büyük haksızlıkların yapıldığını, bu dosyalarda neler olup bittiğini Türkiye’ye onlar duyurdular. Her gün yüzlerce sayfayı okuyarak, tek bir satırdan, tek bir paragraftan haber çıkarttılar.
Bugün Türkiye’deki deneyimli ya da mesleğin henüz başındaki yargı ya da eski deyişle adliye muhabirleri, dünyanın neresinde olursa olsun haberi olduğu yerden kazıyarak çıkartacak nitelikteler.
Siyasi baskılara, yargıdan, polisten gelen baskılara rağmen işini yapmak için çırpınan, sayıları çok da fazla olmayan muhabirler…
Bağımsız gazeteciliğin sürdürülebilmesini sağlayan en etkili alanların başında geliyor bir zamanlar dudak bükülenler.