Algı Üzerine Bir Deneme

“Eğer algı kapıları temizlenseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü: sonsuz.”(1)
Aldous Huxley

Acılar, yalnızlık ve bitimsiz arayıştan başka neyimiz var ki? Hangi dala tutunmaya çalışsak, yolumuz aç gözlü yırtıcılarla dolu ormanların karanlığına varır. Ne kadar didinirsek didinelim, tüm çabamız sonu başından belli olanı geciktirmekten ibaret kalır. Çaresizliğin tesiri kalıcı izler bırakır. Oysa hangi kitabı açsak yaraların iyileşeceğini ve zamanın geçici halleri yel misali süpürüp götüreceğini anlatır.

Bizleri gerçek ile hayal arasında bir yere sıkıştırdılar; aklımızı kör kuyulara tıktılar ve aşılması mümkün olmayan algısal duvarlarla esir ettiler. Aldous Huxley’nin Algı Kapıları aklıma gelir böyle anlarda. Eski zaman bilgeleri gibi gerçeği düşlerken, katmanlarını tahayyüle çalışırım. İnsan yaşamı boyunca gördüğüyle düşlediği arasındaki ilişkiyi düşünür ve bu uğurda yegane armağanı, ömrünü tüketir. O halde durup düşünmek gerekir. Algıyı değiştirmek için ne kadar ileri gidebiliriz?

“Her şey rüya içindeki bir rüya,”(2) diyor Poe. Tıpkı Borges ya da Philip K. Dick’in rüyalarında gerçeklik mefhumunu yitirenler gibi. Efsunlu kelimelerle bezenen esrik akıl, kendine gerçeklik düzleminde yeniden bakar; dünya aynalar arasında salınıp düşleri kavrar.
Önce zihnin mahzenlerine açılan kapıları gıcırdatarak içeri girer. Ardından karanlıkta korkuluğu elleriyle yoklayarak merdiveni iner. Hissettikleri müphem varlığın yansıması düşünceleri doğurur; muayyen yankılar ilerlediğinin ispatı olarak duyulur. Zihnin karanlığı pamuk ipliklere bağlı muvazenede asılı; bilincin sığınağında ışığın aldatıcılığıyla baş başa kalır. Devinimden yoksun ve kirlenmeye muhtaç, kendi boşluğunu bir batağa çevirir ve mutlak saydığı ne varsa kurban eder.

İşte tam bu noktada, gerçekle hayalin sınırlarını belirleyen ince çizgiyi gözden kaçırmamalı, Sokrates‘e öykünen bir tavırla kendini bilmeli.
“İnsanın ölçütü insandır,” der Protagoras. Tüm edebi anlatıların ortaya çıkışı bu arayışı anlatma temayülüne dayanır, anlatarak varlığına değer katma amacı güder. Homo Narrans’ın dünyasına hoş geldiniz!

İsmail Gezgin, Homo Narrans adlı eserinde anlatı geleneğini tüm teferruatıyla ele alır. Örneğin mitsel metinlere bakıldığında tanrıların hükmüne odaklanıldığı görülür. Onların kudreti ve göz kamaştıran görkemi dilden dile dolaşır. Aciz kullarsa yalnızca anlatıları taşımaktadırlar; yaşamak başkalarının, üstün olanların işidir.

Ancak hümanizma ruhunun doğuşuyla işler değişir. Hâkimiyet insanlığa geçince yaratıcı gücün hükmüyle tanrısal metinlerin gösterişi yerini alelade insanın açmazında şekillenen metinlere bırakır. Muhakeme edebilen birey, düşüncelerini ifade edebilir hale gelince de zaten tarihin seyri değişir. Kendine bakmayı öğrenir; böylece denge merkezinin değişmesi algının başkalaşmasına yol açar.

İnsanlığın doğayı anlamlandırma süreci hikaye anlatıcılığı paralelinde yine benzeri farklılıklarla tezahür eder. Yaraları ve acılarıyla tanımlanan nakıs benliğinin ölçütünü şaşmaz sansa da, algının yanılgıları belirginleştiğinde kör karanlığa atılır, çırpınır ve kendinden koparak boğulur. Zira birey yaşamında asla tek başına değildir, varlığı atalarının ayak izleriyle mühürlenmiştir. Her adımı aşmak istediklerinin gölgesindedir, kaçmak istese de kifayetsiz. Dolayısıyla aklın önderliği, noksanları gidermeye yetmeyecek; birey toplumu, toplum da bireyi var edecektir.

Mutlak hakikat yanılsaması cehaletimizi erdem sanmamıza neden olur. Ne kadar yol alırsak alalım, öğrenme süreci devam ettiği müddetçe, yani mütemadiyen cahil kalacağız. Bilme isteğiyle yanıp kavrulan ve kendine doğru derinleşen duvarlarının kıvrımlarını yalnızca hakkaniyetli bir özveriyle sarabiliriz. Gerçek bir düştür ve her düş gibi inananın sözleriyle şekillenir. Önce düş ve ardından gerçeğin ta kendisi olur.

Hassaten bilme arzusu, mide gibi torbayı doldurarak giderilecek, tokluk haliyle ötelenecek geçici bir yoksunluktan ibaret değildir. Beynin kıvrımları inceldikçe daha fazla açılır; iştahı ölçüsünde yontulan her köşesine göz alıcı detaylar bahşetme şevki durmadan harlanır. Aklın belki de yegâne köleliği halihazırda asla tükenmeyecek bu lanetli eylemdir. Katiyen doyuramayız!

Yine benzeri şekilde evrenin merkezinde tanrı değil de insanın olduğunu düşünmek çok büyük bir çelişkinin itirafı ve aynı zamanda iptidai bir evren tahayyülünün göstergesidir. Evren bizim hayallerimizin, algımızın ötesindedir; o halde merkezine kendimizi ya da kendi kurgularımızı adapte ederek izaha çalışmamız anlamsız değil midir?

Nietzsche’nin tanrısını öldüren insanlık kendi suretinde tanrılar yerine bizatihi benliğini yerleştirerek süreci belirli bir noktaya oturtur. Böylece içsel bir rahatlama sağlar. Halbuki tanrının varlığı ya da yokluğu mevzuundan öte yegane amacı; inanma ihtiyacı içinde sırtını bir mutlağa yaslamak ve varlığına atfettiği kıymeti pekiştirmektir.

Kendine baktığı aynanın subjektif akislerine bilinçli bir aldanma içinde göz atarak yargıya varır. Çünkü, hükmeden odur akla ve maddeye; şekil veren evrenin her zerresine. Fakat arzularla hislerin aklına oynadığı oyunları bir an dahi fark etse, kapıldığı kibrin tesirinden korkarak kaçacak, deliliğin perde arkasına saklacaktır. Sanma ki delilik kolaydır, böylesi maharet ister!

Ne kadar inkâr etsek de, “İnsanın ölçütü insandır,” sözünü benliğimize yamamak gayretimiz aşikar. Yine de başkası bize ayna olsa dahi bunu görecek olan kim? Her bakış bir başkasının yanılgısı mı yoksa? İşte deliliği çetin kılan husus budur.

Varoluşun basitliği kimseyi korkutmamalı. Çoşkun bir nehirde süzülen çakıl taşı misali sürüklendiğini ve zamanı geldiğinde dalgaların arasında yitip gideceğini unutmamalı. Hakikatin tesiri budur; özgür kılar ama asla mutluluk vadetmez. Bundan dolayı kendisiyle uğraşanın kendisinden başka derdi, tasası kalmaz derler; empati ve anlayışsa arzumuz, kendimizden özge olana da alaka göstermeli, Sisifos’la ortak yazgımızı kendi ellerimizle şekillendirmeliyiz.

İşte benim hikâyemin düğüm noktası da tüm bunları düşündükten, yaşamda karşılığını bulduktan ve mahzenimde zehrimi akıtacak gedikler, tüneller açtıktan sonra atıldı. Algılarımın yanılgılarımı tetiklediğini ve duyumsadığım acıyla boğulduğumu anladım. İdrakim ölçüsünde tanıdığım dünyanın hayallerle puslanan bir manzara olduğunu, asıl görmem gerekenin puslu camın ardında saklandığına kanaat getirip en başa döndüm.

İşte buradayım! Herkes kadar acı çekiyor, gözyaşlarıyla tazeleniyor ve biliyorum: Varlığım geçici bir düş, sevgi dolu tebessümlerle hiçliğe karışacak; acılarla serpilen muazzep ruhumsa hakikatini bir tanrı edasıyla yeni baştan yaratacak.

Kaynak:
(1) Huxley, Aldous, Algı Kapıları, Çev. Mehmet Fehmi İmre, İmge Kitabevi, Aralık 2003, s. 5.
(2) Poe, Edgar Allan, Bütün Şiirler – Annabel Lee, Çev. Erdoğan Alkan, Varlık Yayınları, Nisan 2012.