Bu yaşta içki alışverişi de yapması gerekiyordu artık. Ağzına bir kere bile koymadığı içkinin alışverişini… Gözleri yaşardı. Hanımı için katlandığı bu zahmet ona o kadar koymuyordu da, hanımının düştüğü durumun ızdırabı derindi.
Zeynep’le dayanışmaları olmasa hanımının durumuyla başa çıkabilmesi mümkün olmayacaktı. Şimdi de ne kadar başa çıkabildiği tartışılırdı ya… Önceki gece yaşadıkları olayı hatırladı. Hanımının kafası biraz toparlanmış, eski hâline dönmüş gibiydi. Ama saatlar önceki bozuk hâllerinde içtiği kadehlerin etkisi de hâlâ üzerindeydi. Sarhoş ama katı kurallara bağlı bir inanç sahibi! Şişeleri nasıl saklayacağını bilememişti hanımından. “Bu eve alkol mü sokuyorsun sen?” diye bağırmıştı. Eskisi gibi sırtı dimdik durmaya çalışıyordu ama kokunun nereden geldiğini araştırmak için yürürken ayakları birbirine dolaşıyordu. Kokunun aslında kendinden geliyor olduğunu fark edememesi ise iyice içler acısıydı.
Birkaç aydır hanımı iki farklı insan gibiydi. Eski bilinçli hâli giderek alan kaybediyor, bambaşka, anlayamadığı bir insan ortaya çıkıyordu. Teras hâlâ ve her zaman favori alanıydı. Ama yeni hâliyle kenara iyice yaklaşarak oturuyor, bazen oturmadan elinde kadehle denize dalıp gidiyordu. Eski Zahide saçının bir telini bile açmazken yeni Zahide saçlarını Boğaz’ın rüzgarına veriyor, hatta birkaç düğme açarak rüzgarı bağrında hissetmeyi seviyordu.
Nazenin hanımının hangi hâlinde olduğunu anlamak için olsun, hâl değişiminin yakın olduğunu fark etmek için olsun pek çok taktik geliştirmişti. Hanımının kendisi kadar şanslı olmadığını fark edebiliyordu. Hâl geçişlerini dışarıdan gözleyip durumu daha iyi kavrayabiliyordu Nazenin. Oysa hanımı aynı vücutta birbirinden habersiz, daha doğrusu haberli de kavgalı iki komşu gibiydi. Eski Zahide ve yeni Zahide birbirlerinin farkında olmasalar mı daha iyiydi yoksa olsalar mı? Onu söylemek de zordu gerçi.
Bunlara kafa yormaya boş verdi Nazenin. Hanımıyla kader birliği yapmıştı, bir hayat geçirmişti. O hâliyle de bu hâliyle de… Hangi hâli olursa olsun ona bakmak, işini görmek boynunun borcuydu. “Allah seni benim ardıma koymaya” diye düşündü. Zeynep iyi kızdı ama bir yandan çalışıyordu; Nazenin’in başına bir hâl gelse nasıl başa çıkardı ki annesiyle? “Rabbim ömür tatlı şey tabii ama yaşadık yaşadığımızca, tek sen beni hanımımdan önce alma da…” diye dua etti.
Yavaşlamış ve bu sayede epeyce soluklanmıştı. Son bir gayret eve doğru yokuş yukarı tekrar hızlandı. Poşetlerden içki şişelerinin kağıtların yumuşattığı tıkırtılar geliyordu.
***
Zeynep çareyi evine yatılı bakıcı almakta bulmuştu. Günübirlik gelen kızcağız artık yatılıydı. Neyse ki oğlanla iyi anlaşıyordu. İş yerinden de aldığı birikmiş yıllık izinlerinden yararlanarak zaman yaratmaya çalışıyordu. Annesiyle ilişkisi yıllar sonra yeniden en temel ilişkisi hâline gelmişti. Mesai çıkışı büyüdüğü eve geliyor, sık sık gece de burada kalıyordu. Hafta sonları en az bir günü yine burada geçiyordu. Zaman zaman hafta içi gündüzleri de izin kullanarak geliyordu.
Şimdi namazını kılarken bile aklı annesindeydi. Annesinin feracelerinden birini giymiş, onun örtülerinden birini örtmüştü. Namazı bitirince tespihi pas geçip feraceyle örtüyü çıkardı. Pencereden bakıp annesinin hâlâ terastaki küçük masada demlendiğini gördü. Alkol derecesi daha hafif içecekler bulup annesini onlardan kullanmaya yönlendirmekte ustalaşmıştı. Nazenin’le de elbirliği yapıp büyük bardak ya da kadeh türü her şeyi ortadan kaldırmışlardı. Sadece ince belli çay bardakları vardı artık evde. İçki alımını kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı annesinin.
Aslında eve hiç içki sokmamak da bir çözüm olabilirdi. Zaten annesinde baş gösteren alkol iştahına karşı ilk tepkileri bu olmuştu. Ama kısa sürede direnç gösteremeyeceklerini anlamışlardı. Hayatı boyunca din ve ibadet alanındaki katı odaklanmışlığını alkol istemek konusunda da göstermişti çünkü. Bağırıp çağırmaları, tehditleri, haşlamaları hatırladı. O öfkeyle kendine bir şey yapar korkusuyla ve biraz da sert iradesinin karşısında aciz kalarak teslim bayrağını kaldırmışlardı.
Zeynep, Alzheimer’dan ya da artık hangi çeşitse bu bunamadan çok, annesinin ruh hâlinden endişe ediyordu. Eski su katılmamış katı tutumlu insanla ne yaptığının hiçbir ölçüsü olmayan bu yeni insan arasında bin türlü ruh hâlinde dolaşıyordu. Ve bu hâller arasındaki çekişmeler! Daha dün annesini aynanın karşısında ne hâlde bulduğunu hatırladı. Nefesi hâlâ içki kokuyordu, ama sade kahvesini içmiş, kafasını toparlayabildiği kadar toparlamıştı. Boy aynasına baka baka ve kendi kendine hakaretler ede ede, durup durup kendi yüzüne tokat atıyordu. Öyle hafif dokunmalar falan da değil… Her tokatta kafası bir yana savruluyor, örtüsü kayıyordu. Her seferinde önce örtüsünü tekrar tek bir saç teli çıkmayacak şekilde düzeltiyor ve ağır ithamlar ve suçlamalar ardından sonraki tokat geliyordu. Ne yapıyor diye detaylı anlamak için biraz izlemeye durmuş, ama kıyamayıp üçüncü tokatın ardından araya girmişti. Sonraki tokat kendi yüzünde patladığı hâlde yılmamış sonunda sarılarak öperek yalvararak annesini aynanın önünden alabilmişti. Beraber yanlarındaki çekyata düşmüşler, uzun uzun ağlaşmışlardı.
Akıl sağlığı, beynindeki hücrelerin ölmesi, zihninin yaptıklarından artık sorumlu olamayacağı… Bunlar annesi için, eski annesi için kabul edilebilir özürler değildi. Zaman zaman eski hâli yüzeye çıktıkça, düştüğü bu durumu şiddetle kınıyor, kendi kendine en sert ölçülerle zulmediyordu. Nazenin bu tür durumlara müdahale etmeyi aklından bile geçiremiyordu. Erimiş beyninin ortaya çıkardığı yeni Zahide de, eski hâliyle zaman zaman yeniden boy gösteren eski Zahide de hükmetmeye alışık tavrını koruyordu. Nazenin’in tek yapabildiği, ihtiyaçlarını olabildiğince karşılamaya çalışmaktı. Sarhoş olduğunda yatağına yatırıyor, kendinden geçmiş hâlde üstünü kirlettiğinde temizliyor, eski hâli dönüp de bir an önce ayıkmak istediğinde kahvesini yapıyor, üç lokma yemeğini ihmal etmemesi için dört dönüyor, elinden ne gelirse onu yapıyordu işte.
Acı acı güldü Zeynep. Kızı olarak kendisi ne yapabiliyordu ki sanki… Ara ara bir şeyleri düzeltmeye, iyileştirmeye çalışmakta boşuna bir inat göstermek dışında Nazenin’den bir farkı yoktu. Elinden bir şey gelmiyordu ve kahroluyordu.
***
Başı zonklayarak uyandı Zahide. Yine nerede nasıl kendinden geçtiğini hatırlamıyordu; şimdi yatağındaydı. Gözlerini açmaya çalıştı ama göz kapakları kaldırım taşı kadardı. Zor bela araladığı gözüne pencereden sızan sabah güneşi geldi ve başı daha da ağrıdı. “Nazenin” diye seslendi. Sesini kendisi bile duyamamıştı. Bir hırıltı mı, yoksa sadece kapı gıcırtısı mı olduğu belirsiz bir ses çıkmıştı. Birkaç kez daha denedi. Nazenin kapının hemen dışında nöbette falan olmalıydı ki, fısıltıdan ancak biraz yüksek çıkarabildiği sesini duyup geldi. “Buyur Hanımım,” dediğinde Zahide “Kahve” diyebilmiş miydi acaba? Zaten Nazenin ne istediğini bilirdi. Bir süre sonra bu sefer kahvenin kokusuyla biraz daha yaklaştı uyanıklığa.
Nazenin’in yardımıyla on dakika sonra kahvesini içmiş, yüzünü yıkamıştı. Kadın ayakta bekliyor, bir yandan da hafif hafif titriyor muydu ne? Ne olduğunu sorup biraz ısrar edince, kırık dökük zor bela konuştu Nazenin. Ne suçu vardı ki kadıncağızın? Bu ucube yaratığın bugün yataktan hangi tarafından kalktığını anlamaya çalışıyordu gariban. Zahide mi yoksa Zahide’nin kılığındaki o şeytan mı? Aynaya baktığında gördüğü o şeytan! O buram buram alkol kokan, aynanın karşısında dik durmaya çalıştıkça ayakları birbirine dolanan şeytan!
Aklı başında zamanlarının kimi kısımları bitip tükenmeyen kaza namazlarıyla geçiyordu. İçkiliyken namaza nasıl yaklaşabilirdi ki? O şeytan kontroldeyken namaz falan kılmıyordu bu bedenle… Sonra kendine geldiği zamanlarda iyice ayılana kadar kendisi de kılamıyordu namazlarını… Bedenindeydi ama bedeninin hâkimi değildi o sarhoşluktan ayıkma çabalamasıyla geçen zamanlarda. İyiden iyiye yıkanıyor, naneler karanfiller yiyor, kahveleri üst üste içiyor, bir an önce ayık hâle gelmeye çalışıyordu. Sonra başlıyordu namazlar, rekâtlar, rükûlar, secdeler… Kaçırdığı tüm vakitleri kılmaktan dizleri ağrıdığında bile bitirmeden durmuyordu.
Yine saatler sürecekti namaz kılabilir hâle gelmesi. Neyse ki Zeynep Nazenin’in takip edip güncel tutabileceği bir çizelge yapmış ve eksiksiz takip etmesi için tekrar tekrar anlatmıştı da, Zahide kılması gereken kazaları oradan görüp anlayabiliyordu. Beklerken yapacağı işler vardı. Hemen yıkanmalara başlaması fayda etmezdi. Alkolün etkisinin geçmesi zaman alıyordu, ne yaparsa yapsın… Kablosuz telefonu getirmesini istedi Nazenin’den. Telefonla beraber nane yapraklarından, naneli yumuşak şekerlerden, karanfilden de getirmesini istedi.
Telefon gelince arkasından kapıyı sıkıca kapatmasını tembih ederek Nazenin’i gönderdi odadan. Müftülükteki kadın görevliyi aradı. Yıllardır yaptığı bağışlar sayesinde kadın bir din görevlisinin doğrudan telefonunu vermişlerdi ona. Sorularını sorup derdini anlatıyor, ama aldığı cevaplardan bir türlü tatmin olamıyordu. Yine de aradı, belki bir saat konuştular. İnsan yaptıklarından nasıl sorumlu olmazdı? Bunu kafası almıyordu. İçtiği her kadeh, terasta başını bağrını açtığı her an, kaçırdığı her vakit namaz, bunların hepsi sorulmayacak mıydı ona? Bu hâlini nasıl kabullenebilirdi ki? Başka bir günah olsa neyse de, hayatı boyunca mücadele ettiği şu zehir zıkkım içkinin tek damlasını bile taşıyarak nasıl gidebilirdi öte tarafa? Onun tek damlası bile cehennemin dibine kadar çeken bir ağırlık olmaz mıydı ayağında? Ağladı ve konuştu. Bağırdı ve konuştu. Dinledi ve konuştu. Dinlemeden konuştu. İçini döküp döküp dökemedi. Derdini anlatıp anlatıp anlatamadı.
Telefonu kapattığında sinirden, çaresizlikten, bilincinin her an bir daha kayıp gidebileceğinin endişesinden zangır zangır titriyordu. Her şeyi kendisi ele almalıydı yine. Gün geçtikçe daha kötüye gidiyordu durum. Kaçırdığı namaz vakitlerinin sayısından belliydi. Başlarda 5-10 vakit kaza kılması gerekirken şimdi 25-30 vakit olmuştu, her seferinde çoğalıyordu. Bunun çözümünü bulmazsa bilinci bir daha hiç yüzeye çıkamayacak, günlerce içmiş bir ayyaş olarak geberip gidiverecekti. Azıcık kalan aklından her gün gram gram eksildiğini hissedebiliyordu.
Gözleri pencereye takıldı kaldı. O iflah olmaz ayyaşın pek sevdiği güneşe, açık havaya, rüzgara daldı gitti. Ne Nazenin’den hayır vardı, ne Zeynep’ten, ne doktorlardan, ne müftülükteki kadından, ne de herhangi bir kimseden… Kendi hesabını kesip Rabbinin karşısına temiz, olabildiğince temiz nasıl çıkabilirdi? Yolunu bulmak kendi omuzlarındaki yüktü. Bulmaktan başka çaresi yoktu.
***
Terasın üstü de açıktı artık. Eski bilinciyle zaman zaman kapattırsa da Zahide, çoğu zaman açık istiyordu. Arkası yatırılabilen koltuklardan birisi kenara yaklaştırılmıştı, yanında bir sehpa vardı. Sehpanın hemen kenarında yerde ise büyükçe bir martı pisliği… Nazenin hanımı uyanmadan önce çıkıp temizleyecekti onu. Terası günde birkaç tur temizlemek ritüelleri arasına girmişti.
*
Nazenin hanımına kahvesini ayarlayıp odasından kışkışlandıktan sonra terasa çıktı hemen. Martı pisliğini ve her an ince ince düşüp birkaç saatte biriken görünür tozları sildi. Kovayı ve temizlik setini çıkardı ortaya, kaba pislikleri almıştı şimdi sıra yerleri silmekteydi. İşe koyuldu, hanımının iyice kendine gelip terasa çıkmasına daha vardı. Ama beklentisinin aksine işi daha bitmeden hanımı gelmişti bile. Aceleyle paspası kenara dayadı. Koşturup koluna girmeye davrandı. Gerekmez dedi Zahide. Gözlerinde epeydir görülmeyen bir ışıltı vardı. Nazenin umutlandı. İyileşiyor olabilir miydi? Zeynep geri dönüşü olmadığını söylüyordu hastalığın ama belli olmazdı ki…
Bir seri değişiklik istedi Zahide. Arada bir cümleler yuvarlanıyor, anlamsızlaşıyordu ama hemen kendini toparlıyordu. Denize yakın, daha yakın olmak istiyordu. Terastaki birkaç parça mobilya daha da yaklaştırıldı kenara. Ama köşeye çok da yakın değil. Terasın kenarlığına oturmak istiyordu. Sırtını köşede yan duvarın son kısmına dayayarak denize uzun uzun bakıp içinin huzur bulabileceği yerde geçirmek istiyordu vaktini. Nazenin biraz endişelendi, kendisi kenara yaklaşmaya bile çekinir, biraz rüzgârlı havalarda öndeki korkuluk duvarının üzerini silmeyi toptan ihmal ederdi. Hanımının istediği gibi oturabilmesi için cam balkon levhalarının tek tek öbür duvara doğru çekilip o tarafta yığılması gerekiyordu. Oflaya puflaya ve hanımına zorlandığını çaktırmamaya çalışarak yaptı işi.
“Burası benim ayıkma yerim Nazenin” dedi Zahide. “Kendimde olduğumu, ben olduğumu anladığında, kendim olarak uyandığım zamanlarda, beni buraya getireceksin. İlk kahvemi bile burada içeceğim. Denize karşı uyanmak, denize karşı ayıkmak, içimi burada temizlemek istiyorum. Anladın mı?”
Anlamıştı Nazenin. Tehlikeli olmaz mı diye sormaya terbiyesi elvermedi. Hanımının hiçbir emrini sorgulamamıştı ki onlarca yıl boyunca. Ama bu işi Zeynep’le konuşacaktı tabii ki.
“Bu arada, bu küçük düzenlemeden Zeynep’e asla bahsetme. Sadece temiz hava ve denizin mavisini istiyorum. Çok kirlendim Nazenin. Sen anlıyorsun beni. Ona bahsetme, gereksiz yere endişe etmesin.”
Zihnini okumuştu sanki. İtiraz edecek gibi oldu hanımına.
“Hayır Nazenin, beni buraya kadar odamdan getirebileceğin ölçüde sağlıklı olduğum sürece burada oturmayı becerebilecek kadar da sağlıklıyımdır, merak etme.” diye kestirip attı Zahide.
Nazenin çekildikten sonra aşağıya doğru baktı. Yüksekten hiç korkmamıştı zaten. Biraz iç kaldırıcı bir etkisi vardı tabii. Binanın yüksekliğine üzerinde bulunduğu setin yüksekliği ekleniyordu. Cadde çok uzaktaydı. Arabalar, insanlar, minyatür bir resimde gibiydiler, küçülmüş, uzaklaşmış. Gözlerini oğuşturdu. Bir kahve daha getir diye seslendi Nazenin’e. Kazalarını kılmaya başlayabilmesi için daha birkaç saat gerekecekti.
Yeni kahvesi gelince sonradan aklına gelmiş gibi konuştu Nazenin’le: “Ama bak, kendimde değilken, sakın buraya oturmama izin verme. O hani ayyaşı biliyorsun, dümen onda olduğunda sakın buraya oturtma. O sarhoş hâliyle burası tabii ki çok tehlikeli olur. Sadece ben olduğumu anladığında, sadece daha hızlı ayıkmak ve denizin havasıyla mavisiyle temizlenmek için…”
***
Zeynep gözlerini açtığında bir anlığına şaşırdı yine. Ne güzel şaşkınlıktı bu böyle. Sanki hâlâ lisedeydi, üniversitedeydi. Sanki yıllar geçmemişti. Annesi hâlâ annesiydi. Bu garip insan değildi. Sertliğiyle, hışmıyla, katılığıyla, hoşgörüsüzlüğüyle bildiği annesiydi işte. Kendisi de onun etkisinde gencecik bir kız. Bu oda eski odasıydı, kendisi liseli Zeynep, annesi o kaya gibi katı insan… O hâllerini bile özleyecek miydi annesinin? Aslında kendisi için özlemiyordu. Annesinin düştüğü hâlleri gördükçe, onun için geri istiyordu geçmişi.
Yapacak bir şey yoktu ama işte, gün bugündü, hâl bu hâl. Ne yapılabilecekse bugün o yapılacaktı. Ve yapılabilecek de annesiyle zaman geçirip onu rahat ettirmeye çalışmaktan başka bir şey değildi. Elden gelen sadece buydu. İç çekti, her şey insan için diye mırıldandı. Yüzünü yıkamalı, üstünü değişmeli, mesaiye başlamalıydı. Zaten Nazenin çoktan işbaşı yapmış olmalıydı.
Annesinin bilinçli zamanlarında da hava almak için terasa çıkmayı sevmesi sevindiriciydi. Sabahları o vakitte pek denk gelmese de Nazenin’den bilinci açık ama alkollü uyandığı sabahlarda annesinin terasta hava almayı tercih ettiğini öğrenmişti. Şimdi orada mıydı acaba? Bugün izin almıştı. İzin aldığı günlerde bile sabahları birkaç saat uzaktan çalışıp sonra ilgileniyordu annesiyle. Bir değişiklik yapmaya karar verdi. Daha ne kadar beraber olabilecekti ki annesiyle? Madem izinliydi, yıllık izninden kullanıyordu, e-postalarına bakmasa da olurdu. On dakika sonra annesiyle karşılaşmaya hazırlanmış olarak odasından çıktı.
Nazenin mutfaktaydı. Alt kattan kap kaçak sesleri geliyordu. Terasa baktığında annesini göremedi. Koltukta değildi, ortalıkta da görünmüyordu. Yatıyor muydu acaba daha? Ya da belki bilinci açık değildi bugün, odasında kimbilir neye takılıp kalmıştı. Annesinin odasına doğru yönelirken bir hareket hisseder gibi oldu. Yeniden terasa doğru dönüp birkaç adım attı. Ordaydı işte annesi. Ama ne işi vardı ki korkulukta öyle. Kenarda, duvara dayanmış oturuyordu korkulukta. Hareketsizce kenarda durduğu için fark etmemiş olmalıydı. Sonra yine oldu dikkatini çeken hareket. Az önce göz ucuyla gördüğü hareket… Annesinin üst bedeni tekrar bir salındı… Dışarıya doğru salındı…
Zeynep dehşetle donup kaldı bir an ama sonra hemen harekete geçti. Annesinin üst bedeni giderek daha sıklaşan bir hareketle salınıyordu ve dışarıya doğru salınıyordu. Terasın yarı aralık kapısından ok gibi geçti. Son anda yan dönmese tam açılmamış kayar kapıya çarpıp kalacaktı. Bir yandan koşar adım ilerlerken uzanıp eliyle koltuğu yolundan itti. Önüne doğru tekrar baktığında annesinin baygın gözlerini gördü, kendinde değildi bu gözler, uykuya, bilinçsizliğe, baygınlığa kayıyor gibiydiler ve sonra görüntüden kaydılar. Düşüyordu annesi…
Yazı serisinin devamını okumak için: Alzheimer: Bölüm 3