Fotonun Dünya’mıza ulaşmasıyla birlikte entropide başka bir hikâye başlıyor.
Önceki iki yazımda zorlu bir yolculukla Güneş’ten kaçan fotonu ve her birimizin üzerindeki emeklerini ele almıştım. Bu entropi serisinin son basamağında, Dünya’ya ulaşabilmiş fotonun entropideki yeni bir hikâyesine değinmek istiyorum.
Kuantum mekaniğinin kurucu babalarından Erwin Schrödinger’i duymuşsunuzdur ya da en azından olasılıkların aynı anda var olduğunu anlattığı Schrödinger’in Kedisi Deneyi’ni. İşte bu fizikçi, yaşamın tanımını entropiyle açıklamış: Yaşam, entropiye karşı verilen mücadeledir. Bu arada belirtmeliyim ki bu konuya Önce Can Sonra Canan programında Sinan Canan çok güzel değiniyor ve anlatıyor; o sohbeti dinleyip faydalanmanızı kesinlikle tavsiye ederim. ☺
Daha önce bahsettiğim gibi sistemler entropilerini arttırma yönelimindedir, yani dağınıklığı/düzensizliği arttırıp enerjiyi düşürme eğilimindedir. Bunu anlatmak için hep verilen bir örnek vardır. Odanızı kendi haline bırakırsanız oda kendiliğinden ve siz anlamadan dağılır. Ancak sisteme yani odaya dışarıdan enerji verirseniz, yani toplarsanız entropisi (dağınıklığı) azalır.
İnsan bedeni de böyledir, dağılma eğilimindedir. Bedenimiz, bizler gelişme çağındayken maksimum kapasitede enerji kullanabilme yetkinliğine sahiptir ve bu sayede entropiye maksimum düzeyde karşı çıkabiliriz. Fakat zamanla enerjiyi kullanabilme kapasitemiz azaldıkça entropiye yenik düşer ve yaşlanmaya başlarız. Öldüğümüzde bedenimizin parçalanmasında da aynı mantık vardır; sistem dışarıdan daha fazla enerji alamaz ve dağılır. Yani, yaşamımızı sürdürebilmemiz için dışarıdan enerji almamız gerekir. Peki bu enerjiyi nereden ve nasıl alırız?
Enerji almak dediğimizde aklımıza hep yemek yemek gelir. Bir bakıma haklıyızdır da ancak asıl amaç yemekteki ana ve yegâne enerji kaynağı olan Güneş’ten gelen fotonu almaktır!
Schrödinger bunu şöyle açıklıyor: Foton, Dünya’ya ulaştığında maksimum düzensizliktedir. Klorofilli yeşil bitkiler, bu yüksek entropili fotonu kloroplastlarıyla aldıklarında Güneş enerjisinin entropisini düşürüp, enerjisini arttırırlar. Yani fotosentez yapan bitkiler fotondaki enerjiyi bizim için birer hediye paketi haline getirirler. Paketlenmiş bu fotonu bizler vücudumuza aldığımızda ise sistemimize enerji almış oluruz. Ancak, yediğimiz yiyeceklerin yarısından fazlasını dışarıya ısı olarak veririz. İşte ilginç olan kısım da burasıdır. Aldığımız bu paketleri vücudumuzda parçaladığımızda besinin entropisini arttırırız; çözüm olarak ise bu fazla entropiyi ısı halinde vücudumuzdan dışarıya atarız. Bu sayede düşük entropili kalabiliriz. Fotondan gelen enerjiyi alabilmek için kullandığımız yiyecekleri parçaladığımızda, açığa çıkan maksimum düzensizliği, sistemden tahliye edebildiğimiz sürece canlılığı muhafaza edebiliriz.
Schrödinger’in tanımladığı bu canlılık ve entropi ilişkisini anladığımızda gereğinden fazla yemek yemenin içeride çalışan tahliye motorlarına ne kadar fazla iş yüklediğini anlamış oluruz. Gereğinden fazla yemek yemek, gereğinden fazla entropiyle mücadele etmek anlamına gelir. Bu da savaşan hücrelerin erkenden yaşlanması demek. Üstüne bir de bu tahliyeye yardım edecek hareketi bedenimize çok görüyorsak, sağlıksız bir yaşam sonucunda muhtemelen bu entropi savaşını uzun soluklu veya kaliteli sürdürmemiz epey zor olacaktır.
Bu gerçekten çok doğru bir ifade. Bunu bir metafor olarak düşünüp tüm ilişkilerinize bu gözle bakabilirseniz, termodinamiğin 2. yasası size epey yol gösterebilir.
İlişkilerin her biri; ister sevgiliniz, eşiniz, dostlarınız, aileniz, ister çalışanlarınız ya da patronlarınız olsun, fark etmeksizin her bir ilişkiniz emek yani enerji ister. Neden? Çünkü biliyoruz ki dışarıdan enerji verilmeyen her sistem dağılıp yok olmaya mahkûmdur. O yüzden, saçma ve anlamsız kaprislerimizi, ilgi açlığımızı bir kenara bırakıp o ilk ilgi adımını, tohumunu, sistemin enerjisini -ne derseniz artık- biz atalım, biz verelim. Belki de bu sayede entropiyi azaltıp, sistemi dengeye getirebiliriz. Amaç canlılığın devam etmesi değil mi? Peki öyleyse neden kadın erkek fark etmeden her birimiz ilişkilere ilgi yani enerji verirken bu kadar cimri oluyoruz? İlişkilerimiz bizim kendi mikro evrenlerimiz. Unutmayın eğer evren yok olursa, üzerinde yaşadığımız için biz de yok oluruz.
Hayatımın her alanında evrimin bana öğrettiği “çeşitlilik yoksa yaşam yoktur” düsturunu, entropiden öğrendiklerimle birleştirdiğimden beri çok daha huzurlu ve önyargısız bir yaşam yaşayabilme şansı edindim. Özellikle evrimden öğrendiğim: Türlerin çeşitliliği, bana göre tahammül edemeyeceğim insanlara bile tahammül edebilmeyi daha doğrusu kabul edebilmeyi öğretti. Çünkü yarın öbür gün bir kuyruklu yıldız Dünya’ya çarparsa canlılık, o sevmediğim insanların hayatta kalmasına bağlı olabilir. ☺ Ve unutmamak gerekir ki tüm evrenle birlikte 13.8 milyar yıl önce tek ve küçücük bir noktada hep birlikteydik. Ardından LUCA’dan her birimiz çeşitlendik ve kimimiz buğday olma yolunda, kimimiz karga olma yolunda, kimimiz ise primat olma yolunda evrimleştik. O yüzden, sanıyorum ki evrendeki her şey, her galaksi, gezegenimizdeki her canlılık birbirinin birer parçası. Tıpkı ağacın kökleri gibi dallanmış ve birbirimizden ayrı olsak da hepimiz tek bir gövdeyle birbirimize bağlıyız.
Charles Darwin’i buradan rahmetle anıyor ve çeşitliliği saygıyla kabul edebilmeyi bana öğreten hocalarımdan birisi de kendisi olduğu için ona bu yazı vesilesiyle teşekkür ediyorum.
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Entropisini Arttırmak İçin Milyonlarca Yıl Savaşan Foton