Yakın tarihte Brown Üniversitesinin Nörobilim bölümüne kabul edildim. Bu müjdeden sonra masamın başına oturup bütün dersleri, hocaları ve bana sunulan binbir olanakları araştırmaya başladım. Brown Üniversitesini diğer üniversitelerden ayıran bir unsur var: “Open Curriculum” (Açık Müfredat) dedikleri bir program; bütün öğrenciler istedikleri bölümden istedikleri kadar ders alabiliyorlar ve bir bölüme karar vermek için herkesin ikinci sınıfa kadar zamanı var. Ben bu Açık Müfredatı olabildiğince didiklemek, üstünden girip altından çıkmak için masama oturmuş, yüzümde küçük bir gülümsemeyle çayımı yudumlarken internet siteleri üzerinden diğer derslere de bakıyordum ve gözlerim ister istemez felsefe derslerine doğru kaydı.
Her zaman soru sormaya karşı ayrı bir merakım olmuştur, bazen arkadaşlarımla bir aforizma üzerine bile saatlerce sohbet ettiğimiz olur. Benim aslında felsefe ile olan tanışıklığım 10. Sınıfa dayanıyor. 10. Sınıfta felsefe dersleri görmeye başladım ve bir süre sonra hocamız değişti. Üyesi olduğum kitap kulübünün mentoru (anne diyeceğim kadar yakın hissettiğim) yeni felsefe hocamız oldu. İster istemez kitap tahlillerimiz felsefeyle el ele tutuşur hale geldi; kitap okumaktan, soru sormaktan bir başka keyif almaya başladım.
Derslere bakarken nörobilim ve felsefeyi çift dal yapmak istediğime karar verdim. Açık Müfredatı, sosyoloji ve antropoloji, linguistik veya yaratıcı yazma dersleri için kullanabilirdim ama felsefeyi bir bölüm olarak okumak istiyordum. Nörobilim felsefeyle güzelleşti gözümde; insanı anlamak için hem beyni kullanacak, biyolojiyi anlamaya çalışacaktım; hem de biyolojinin ulaşamadığı yerlere felsefenin uzantılarıyla ulaşıp başka kapılar açabilecektim kendime.
Bölümle ilgili daha fazla bilgi edinelim diye üniversite neredeyse her gün farklı bölüm başkanları veya okuldaki mevcut kulüp başkanlarının olduğu zoom toplantılarına katılmamızı teşvik ediyor. Ben de gördüğüm ilk felsefe görüşmesini gözüme kestirdim ve benim gibi felsefe okumak isteyen başka bir arkadaşımla kalbim boğazımda atarak katıldım toplantıya. Zoomda felsefeye ilgisi olan (veya olmayan) herkes ve felsefe bölüm başkanı Richard Kimberly Heck vardı. Biraz sohbet ettikten sonra beni şu an bile şaşkına çeviren ve bu yazıyı yazmamın sebebi olan bir şey söyledi. Görüşmemizin sonlarına doğru hepimizle kampüste tanışmak için sabırsızlandığını ve bu kadar fazla filozofu bir arada gördüğü için çok mutlu olduğunu belirtti. Pardon? Filozof mu? Ben ilk önce yanlış duyduğumu zannettim, ne de olsa hepimiz aşağı yukarı 17-18 yaşlarındaki gençlerdik. Ne filozofu? Sonra tekrar etti, soru sormayı seven ve bunu hayat tarzı yapmış insanlar filozoftur. Ben tabii bunu birkaç saat hazmedemedim. Zoom bitti fakat ben odamda daireler çizmeye başladım. Adamın kafayı yemiş olması lazımdı! Hepimiz nasıl filozof oluruz? Ne makalemiz var, ne düşüncelerimizden ötürü linç yemişliğimiz, ne 60 yaşına gelmişiz, ne de delirmişiz. Hayır dedim, düşünür demeye çalışmış olmalı. Ama yani düşünür olmak için de…
Bu mesele aklıma o kadar takıldı ki bir sonraki gün benim gibi felsefe okumak isteyen arkadaşlarımdan biriyle görüştüm ve bu olayı ona baştan aşağı, harıl harıl, tek nefeste anlattım. O da bana, tatlı bir tebessümle tabii ki de filozof olduğumuzu söyledi. Felsefe (philosophy) ne de olsa bilgelik (sophia) sevgisi (philo) demekti. Mevzu bu kadar basitti onun için. “Bilgeliği seven herkes filozoftur, neden sen de olmayasın ki?” Hakikaten, neden ben de filozof olmayayım ki?
Beynimiz böyle işliyor. Bazı lakap veya etiketleri duyduğumuzda gözümüzde belirli bir kişi ve sahip olduğu özellikler beliriyor. Sonrasında bu etiketlerle beraber şimdiye kadar gördüğümüz kişilerin bir ortalamasını çıkarıyoruz ve önyargılara dayanarak beklentiler oluşturuyoruz. Şimdi birkaç etiket sıralayacağım, sizden aklınızda ilk beliren görüntüleri düşünmenizi istiyorum.
Siyahi, hemşire, filozof
Siyahi denince gözünüzün önünde siyah tenli biri belirmiş olabilir fakat albino siyahilere ne demeli? Albinizm, melanin pigmenti yokluğu ya da azlığından kaynaklanıyor. Gözler, deri, saçların rengini bembeyaz hale getiriyor. Hemşire deyince de akılda orta yaşlı veya genç bir kadın beliriyor, peki erkek hemşireler yok mu? Filozof deyince ise büyük ihtimalle 60-70 yaşlarına gelmiş veyahut ölmüş biri beliriyor gözünüzün önünde. Gördüğünüz üzere bazı etiketlerle korele ettiğimiz belirli fiziksel beklentiler var ama bu önyargılar insanların tamamı için asla geçerli değil. Tanımlar yelpaze üzerindeki milyonlarca insanın genelini temsil eden veya içi boşaltılıp farklı anlamlar yüklenen fenomenlerdir. Beyaz tenli onlarca siyahi vardır, tonlarca erkek hemşire ve azımsanmayacak sayıda genç filozof… Halihazırdaki mevcut tanımların dışına çıkmak, etrafımızda var olan çeşitliliğin farkına varmamıza yol açabilir.
Özellikle Türkiye’de “filozof” kelimesine yüklediğimiz anlam muazzam; bundan dolayı filozof olmayı ulaşılmaz görüyoruz. Kendimize ve etrafımızdakilere filozof demeye çekindiğimizde, felsefeyi gözümüzde ütopikleştirmiş ve ulaşması zor bir konu yapmış oluyoruz. Düşünmeyi zorlaştırıyoruz. Düşünmeyi, düşünce üretmeyi sevenlere bir isim vermek için onların iyice pişmiş olmalarını istiyoruz veya vefat etmelerini bekliyoruz. Acaba, meraklı olmaya gerektiği önemi versek, bunun arkasından koşanlara rahatlıkla filozof diyebilsek, bilgeliği sevmek bu kadar zor bir şey olmasa neler değişir? Filozof kelimesini alaycı bir kullanım biçiminin dışına çıkarsak (Filozof Atakan’da olduğu gibi) insanlar kolaylıkla erişebilse aynı zamanda saygı da duyulsa, ülkemiz sorulara önem verilen bir yer olsa ne kadar da güzel olurdu değil mi?
Tüm bunlar sebebiyle sayın okuyan, eğer siz de bilgeliği seviyorsanız, sorular içinde kendinizi evde hissediyorsanız, sizde bir filozofsunuz.
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Kadın Figürüne Sanat Bakışı