Bilgi Nasıl Oluşur?

Bilginin ne olduğu sorusuna, bilginin nasıl oluştuğuna dair bir açıklık getirmeden yanıt vermeye çalışmak gerçekten eziyetli bir çaba. Bu soruya hakkıyla cevap vermek için de öncelikle bilginin hangi koşullarda oluştuğunu, nasıl ortaya çıktığını ve neden sürekli değişip durduğunu anlamak lazım.

Konuya evrensel olarak bakmak gerekirse bilgi, nesneler arasındaki farkın adı. Bu tanım ilk bakışta karmaşık gelebilir ama yakından bakıldığında gerçekten de öyle olduğunu, bu evrendeki her bilginin nesneler arasındaki farkı tanımlama becerimizle oluştuğunu görebiliriz. Yani bilgi, daha ilk günden bu yana bizim ayırt etme becerimizle oluşmakta. Ayırt etme becerimizin oluşmasını sağlayan en önemli özelliğimiz ise görebilmek.

İnsan için ilk bilme türü olan “görerek bilme” de büyük ölçüde bu şekilde işliyor. Dış dünyayı bembeyaz bir fon olarak değil de nesnelerden oluşan bir kompozisyon olarak algılamamızı, kısaca “görme eylemimizi” mümkün kılan şey, beynimizdeki renk algısı sayesinde, gözümüzün nesneler arasındaki farkı algılayacak biçimde evrimleşmesi. Bu şekilde olmasaydı, hiçbir görsel bilgi oluşamayacaktı; bir nevi kör olacaktık.

Birçok insanın bu dünyadaki ilk bilgisi olan anne bilgisi de bu yöntemle oluşuyor. Her ne kadar bebekler anne karnında annesiyle ilgili anlam barındırmayan duygulanımlar hissetse de anne bilgisinin oluşması onu görmesine bağlı. Bir bebek gözlerini açıp annesini ilk gördüğünde, bir anda koskoca evrenin ikiye bölünmesi gibi, önce annesiyle geri kalan her şey arasındaki ayırımı yapıp onun için en önemli bilgiyi, anne bilgisini var ediyor. Görerek bilme sonrasında da işler pek değişmiyor aslında. Bilgi bize yüklendikten sonra o bilgileri birbirlerinden anlamlı şekilde ayırmak ya da birleştirmek için de kategorize ederiz. Bilginin dolaylı adı olan kategorize etme becerisinin temelinde ise yine  ayırt etme var. Biri sıfırdan ayırt ederek dijital bilgileri var edebiliriz ve aynı şekilde ancak otu çiçekten, kuzuyu kurttan, insanları birbirinden ayırt ederek onlar hakkındaki bilgiyi oluşturabiliriz.  Hatta dilsel olarak ikinin ne olduğu bilgisini tarif etmemiz gerektiğinde bile, yine ayırt ederek, “bir ve üç olmayan ve bu iki değer arasında kalan nicelik” ifadesiyle tarif edebiliriz. Uzunu, bilinen bir kısa; hafifi bildiğimiz bir ağırlık olmadan anlamlandırmak; savaşın olmadığı bir dünyada barışı tarif etmek ya da elmadan başka bir meyvenin olmadığı bir dünyada “elma” bilgisine bugünkü anlamını vermek mümkün olmazdı.

Dilden matematiğe kadar tüm soyut bilgi oluşumunun temelinde de bu ayırt etme becerisi, yani kavramlar arasındaki farklılığı tanımlama meselesi var. Konuştuğunda insanları anlamanızı, yani birinin size “masa” mı yoksa “maşa” mı dediğini anlamanızı mümkün kılan tek şey “s” ve “ş” sesleri arasındaki farkın çok önceden bir bilgiye dönüşmüş olması.

Nesneler arasındaki farkı ayrıştırma becerisi pratik yaşamda ihtiyaç duyulan bilgilerin ne kadar belirgin olacağını da belirler. Bir çocuğun dil öğreniminin ilk dönemlerinde, henüz dilinde “diğer” ve “insanlar” kavramları oluşmadığı için yaşlı olan herkesi dedesi sanması gibi, siz de bu kavramları zihninizde oturtamazsanız bir dostla tanış arasındaki farkı anlamakta zorlanacaksınızdır. Ya da iyi ve güzel arasında ayrımı yapacak bilgiden yoksunsanız, güzel olan birçok şeyin pek de iyi şeyler olmadığını hiçbir zaman anlayamazsınız.

Bilim ya da sanat gibi alanlarda da algı zafiyeti çekmemizin temelinde yeterince bilgi üretememe, yani öğeler arasındaki farkı hissedememe sorunu var. Operadan resme, birçok sanatsal alanda zihnimizin üretebildiği anlam, sadece söz konusu eserde ayırt edebildiğimiz öğe sayısı kadar olacaktır. Notalar arasındaki farkı kulağımız ne denli ayırt edebiliyorsa, o müzik bizde o denli derin bir etki bırakır. Hatta kaliteli anlamada olduğu gibi hissetmenin kalitesi de ancak ayrımlarla güçlenebilir.

Bilginin yok oluşu da aşağı yukarı aynı ilkeyle işliyor. Farklar belirginliğini yitirmeye başlar ya da daha verimli bir bilgi için ayrımın ögelerinden birinde değişim ihtiyacı peyda olursa, doğal olarak bilgi de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalır. Benzerlerinden farkı ayırt edilemez olduğunda ise, nihayet bilginin yıkımı gerçekleşir. Hatta bu durum bilginin kendi tanımı için bile geçerlidir. Bilgiyi gerçekle gerçek dışı arasındaki fark değil de çözümle çözümsüzlük arasındaki fark olarak görmek, geleneksel bilgi bilgisinin de çöküşü olacaktır.

Özetlemek gerekirse, insan için bilgi denen şey daha doğup gözünü ilk açtığı andan itibaren nesneleri ayırt etmesiyle başlar. Ölünceye kadar da nesneleri ayırt edebildiği ölçüde gelişir. İnsan zihninin kalitesi de o güne değin ayırt ettiği nesnelerin sayısıyla, yani evrendeki bilinmezlik miktarını azaltma çabasıyla belirlenir.

Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Mutluluk Nasıl İşler