Çok şey dendi, çok olay yaşandı da, sanırım Diyanet’in: “ Fiyatları tayin eden… Allah’tır” şeklindeki fetvası artık denebileceklere son noktayı koydu. Bundan sonra söyleneceklerin, yapılacakların da hükmü kalmadı. Zira bu dendiyse, artık her şeyi demek serbest!
Yaşadığımız pahalılık zulmüne fetvasıyla nur yağdıran bu abimlerin kafasından gidersek, şu tümevarımlar kesinlikle doğrudur:
Zamanında çok eleştirdikleri o tüp kuyrukları da Allah’ın isteği!
Filistinlilerin yaşadıkları zulüm de Allah’ın isteği
FETÖ de Allah’ın isteği
IMF de Allah’ın isteğiydi
Başörtülü bacıya “zulüm” de Allah’ın isteği
Sevmediğiniz “Bay Kemal” de Allah’ın isteği!
Ne Allah’ın isteği değil ki, her şey Allah’ın isteği?
Neye kızıyorsunuz o zaman: Dış güçler de Allah’ın isteği!
Allah biz insanoğluna cüzi de olsa bir irade bırakmadıysa, cehennem neden var ki? Yan gelin yatın siz; şu fânilik içinde daha ne uğraşıyorsunuz ki?
Geçtiğimiz günlerde bir konser etkinliği için Paraf Kuruçeşme Arena Açıkhava Konserleri Etkinlik Alanı’na gittim. Kapıda kontroller yapılıyor tabii. En son aşamadaki kontrolde, güvenlik görevlisi kafayı çantamdaki galetaya taktı. Onu bana çöpe attırmadan da içeri sokmadı. Koca bir poşet yepyeni galeta çöpe gitti, anlayacağınız. Yapılan israf, içimi burktu. Adam Nuh dedi de, peygamber demedi… Neymiş efendim, bu durum bilet alırken belirtiliyormuş zaten… Sanki bu durumu duyurmuş olmak, haklılığını gösterirmiş gibi, bunu söyleyip durdu bana…
“Hay” dedim, “bu yasakların güvenlik ile falan ne alakası olabilir? Galetalarım ile sahnedekiler ile düello mu yapacağım?” Yani, yasaklar noktasında kafam hep güvenlik ile ilgili gerekçelere odaklanıyor… Arkadaşımın çantasındaki su da aynı tepkiden nasibini aldı! Zavallı, suyunu hızlıca içmek zorunda kaldı….
Bir yandan da bu yasaklara hak vermek için bir beyin fırtınası mücadelesi içindeyim: Tabii olabilir, hani su diye içeri sokarlar da, millete kezzap mezzap atarlar…
Gelgelelim çok düşünmem gerekmedi. Kontrolden geçip de azıcık ilerleyince bu yasakların gerçek sebebi de anlaşıldı. Efendim az ileride dönerciler, köfteciler… Yani yok yok… Anlayacağınız, yasakların güvenlik ile falan ilgisi yok. Sebep tamamen kapitalist: dışarıdan yiyecek içecek getirirseniz, bizden satın almazsınız.
Başımda şimşekler üşüştü tabii. Kendimi tutamadım, stantlardan birine su fiyatını özellikle sordum: dışarıda 2-3 TL olan küçük bir pet şişe su 10 TL’ye satılıyor. Yani, suya verilecek makul bir fiyat değil… En azından “benim gibiler” için!
Yasakların sebebi kapitalizm de değil, “vahşi” kapitalizm imiş meğer! Yiyecek fiyatlarını sormadım bile…
Ben senin bilmem kaç liralık dönerini yemek zorunda mıyım Paraf Kuruçeşme Arena? Herkesin durumu buna müsait mi? Ya da “diyeti” buna uygun mu?
Kapitalizm, iliklerimize işlemiş… Kimsede çıt yok…
Bırakın da, misafirler olarak orada sergilenmekte olan sanata odaklanalım… Bilet almış olmamız, bizi fabrikatör torunu yapmıyor! Neyse ki, o akşam “hakiki” bir “sanatçı”yı sahne üzerinde canlı olarak izlemenin keyfine diyecek yoktu: Piyanist & besteci Fahir Atakoğlu , ömrü uzun, sanatı da ömrü gibi uzun olsun; efsaneydi!
Ama sen Kuruçeşme Arena, efsane değilsin! Bu rezilliğe bir son vermelisin! Kimseye kendi vahşi fiyatlarını dayatamazsın!
Müzik demişken…. Görüntüleri izledim… Şarkıcı Demet Akalın, bir sahne performansı sırasında kendisine gönderilen şampanyayı tattı; tadını elma suyuna benzeterek, beğenmedi (basından öğrendiğimize göre); o nedenle de şampanya dolu kadehi, kendisine servis yapan garsonun başından aşağı bir güzel döktü. Zavallı garsonda ise hiç tepki yok! Nasıl olsun, tepki verse, işinden olacak… Adam, ekmeğinin derdinde…
Ey gidi Demet! Beğenmedin içkiyi madem ve illa tepki göstereceksin; yere dök o zıkkımı be kardeşim!
Sen üstelik bir annesin de artık! Yarın bir gün evladın bu görüntüleri soracak olsa, ona nasıl bir açıklama yapacaksın? Peki ya bir başkası çocuğuna öyle davransın ister misin? O garson da bir anne evladı değil mi? Onun annesinin (yaşıyorsa), bu duruma içi parçalanmadı mı? Biraz olgun davran, gözünü seveyim! Bak, sende de yaş az değil artık…
Valla milletim, asıl sana ne diyeyim ben? Anladın sen! Her yol, sana çıkıyor sonunda…
Sorun, şarkıcı Demet’te değil. O an, onun bu hareketini alkışlayanlarda… Sorun, bu tip sahne performansçılarına prim verenlerde…
Geçen gün farkında olmadan, ayak parmaklarımdan birini incitmişim… Ağrıyla gittim Beykoz Devlet Hastanesi’ne. Muayenesi yapıldı, filmi çekildi vesaire… Neyse, incinme dışında bir sorun yokmuş. Muayene sırasında “çok şükür” dedim içimden. “Ne güzel, evimin hemen yanında hastane var.”
Herkesin bu şansı yok. Şehirlerarası yolculuk yapıp derdine deva arayan öyle çok hasta ve hasta yakını var ki. Şayet o şehirde bir akrabası yoksa, hastane bahçelerinde sabahlıyorlar. İçim acıyor bu duruma… Öyle çok isterim ki, maddi gücüm ile bu tür insanlar için hastane yakınına bir motel yapayım… Kalacak yer dertleri olmasın hasta yakınlarının… Aslında sosyal devletin işi bu ya, neyse…. Ama ben isterim ki, payım olsun…
Allah hastane köşelerinde derman arayan bu gibi insanlara yardım etsin! Ümitleri zayi olmasın…
Bu arada, hastane demişken, hastanede muayene olurken saat 14.00 civarı idi ve öğrendim ki, acil kırmızı alandaki nöbetçi doktor, o saate kadar olan nöbeti içinde 1.200 (bin 200) hastaya bakmış! Ki, nöbeti daha devam ediyordu… Ağzım açık kaldı… Valla, süper kahramanlık bir performans değil de, ne bu?..
Ne diyeyim doktor bey! Avrupa’daki meslektaşlarınız bunu duysalar, yüzleri nasıl bir hal alır çok merak ediyorum…
Allah derman aratmasın ama eksik de etmesin sizleri…
Ki, günbegün azalıyorsunuz ülkemde…