“Büyük” Şehrin “Küçük” Dünyası

Henüz çok genç olmasına rağmen çalışma hayatına balıklama dalmıştı. Kendini bildi bileli çalışıyor, geniş ailesinin geçiminin en azından bir kısmını sağlayabilmek için ağır yüklerin altına giriyor, havanın müsaade ettiği her gün çalışıyordu. Yoğun iş temposunun içinde, sürekli bir yerlerden bir yerlere koştururken aslında fazla zorluk çekmiyordu, fiziki yapısı ağır işler için biçilmiş kaftan gibiydi. Hiç zorlanmadan birçok ağır işin altından kalkabiliyordu. Asıl problem akşam olup da iş gününün bitmesi ile başlıyordu aslında.  Akranları ile beraber kaldığı koğuş denilebilecek dinlenme alanına döndüğünde aklına garip fikirler doluyordu. Aslında bir anlamda erkenden bıkmıştı bu hayattan, nasıl adlandıracağını bilmiyordu ama kendi kendine “büyükşehir” dediği curcunadan sıkılmıştı. Her gün aynı şeyleri yapmaktan, aynı şeyleri yemekten, aynı zamanda dinlenmekten, aynı zamanda çalışmaktan, aynı sosyal konuları konuşmaktan artık hiç hoşlanmıyordu.  Ekip olarak arazi taramasına çıktıkları günlerde bazen orman kıyısına kadar uzaklaşıyor, uzun saatler boyunca oralarda dolaşıyor, ormanda, doğanın kucağında yaşamanın nasıl bir şey olacağını hayal ediyordu.

Bu durumu giderek çevresinde tepki çekse de, zaman zaman amirlerinden şiddetli azarlar işitse de düşüncelerinden, hayallerinden, doğada yaşama arzusundan vazgeçemiyordu. Doğada yaşam üzerine bu kadar çok düşündükçe zamanla soruları dağalmaya başlamıştı. Sürekli olarak aklına işler ters giderse nasıl başa çıkacağına dair sorular geliyordu. “Büyükşehir”in nispeten güvenli ortamında var olmuş biri, doğanın ortasında tek başına nasıl hayatta kalabilirdi? Nasıl yiyecek bulur, nasıl barınır, gerektiğinde vahşi hayvanlardan nasıl korunurdu? Bunlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu, detaylı bilen birine de hiç rastlamamıştı. Duydukları hep uç noktalardaki, sonu kötü biten hikâyelerdi. Çoğu hikâyeler, filan yerde boğuldu, filan yerde vahşi hayvanlara yem oldu ya da bir daha haber alınamadı şeklindeydi. Ormanın derinliklerine kendi isteğiyle giden sonra da sağ salim olarak geri gelen tanıdığı ya da dedikodusunu duyduğu kimse yoktu. Aslında işin garip yanı böyle bir şey duyulmaya başlandığında konu amirler tarafından hemen kapatılıyor, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranılıyor, birçok işçinin görev yeri değiştiriliyordu. Bir şehir efsanesine göre de uzun zaman önce biri şehrin ve çalışma alanının çok dışlarına kadar gitmiş ve kendisinden umut kesildikten epey sonra bir gün harap şekilde çıkıp gelmiş. Anlatılan yastık altı hikâyelere göre görevliler onun üstünde tanımlanamayan bazı kimyasal izler bulmuş ve her ihtimale karşı toplumdan tecrit edilmişti. Zamanla birçokları tarafından unutulan bu hikâye gençler arasında anlatılan, geceleri birbirlerini korkutmak için kullandıkları bir efsaneye dönüşmüştü.

Doğa üzerine düşündükçe kafasındaki çelişkiler de artıyordu aslında. Doğa, sürekli olarak yenilenen, değişen, canlı ve cansız maddelerden oluşan varlıkların hepsini kapsayan bir bütün olmalıydı. Yaşadığı yer, yiyecekler, içecekler, aklına gelen tüm canlı veya cansız her şey doğanın bir parçası olmalıydı. Yaptığı bu tanımı doğru kabul ederse, kendisi de aslında doğanın bir parçasıydı ve doğada yaşıyordu. Bu fikir önceleri biraz içini rahatlattıysa da zamanla başka problemlere yol açmaya başladı. Doğa canlı, cansız her şeyi kapsamasına rağmen kapsadığı her yer aynı özelliklerde değildi. Cansızları şimdilik bir kenara koyarsak, bir canlının yaşamını sürdürdüğü, geliştiği, fiziki sınırları belli alanlar var olmalıydı. Şimdilik bu alanlara Habitat diyelim. Habitat, bir kaya kovuğu da olabilir, ucu bucağı görünmeyen bir orman ya da akşam melteminde tembel tembel salınan bir çayırlık da. Birden fazla canlının paylaştığı bir yer ya da bir böceğin bağırsağı bile olabilir habitat. O zaman doğa, bütün bu habitatların birleştiği bir bütündü ve hepsi direkt veya dolaylı olarak birbirini etkiliyor olmalıydı. Hatta habitatlar onları kullanan canlılardan ayrı düşünülemezdi. Her canlının hayatını devam ettirdiği habitatında bir işi, görevi olmalıydı. Canlıların habitattaki görevini, ya da yaptığı işi betimleyen, zincirdeki yerini belirleyen bir kavram çıkmıştı karşısına. Bu yeni kavrama “Niş” adını verdi. Habitat bir canlının adresi, onu nerede bulacağımızın tarifi ise niş de onun yaptığı iş olacaktı. Üretici, avcı, parazit, leşçi ya da çürükçül gibi işler olabilirdi canlının nişi.

Bu düşünceler kafasında hızla uçuşurken birden dehşete düştü, problem şimdiye kadar sandığı gibi doğada yaşamak değildi, zaten doğduğundan beri doğada yaşıyordu ama doğanın kendisi için özel bir parçasında, kendi habitatında. Şimdiye kadar içindeki engel olamadığı istek ise ait olmadığı bir habitatta yaşayabilme, hayatta kalabilme isteğiydi. Olabilir miydi?

Günlük işlerinin peşinde koştururken düşünsel seyahatinin bu çıkmaz sokağında uzunca bir süre debelenip durdu. Sıcak sayılabilecek bir yaz günü yaptığı işten kafasını kaldırdı ve yaşadığı çevreye bakmaya başladı önce, her şey ne kadar düzenliydi, yollar, geliş şeritleri, gidiş şeritleri, transfer noktaları, depolar, antrepolar, iklimlendirme kanalları, yönetim bölümleri, koğuşlar ve buna benzer binlerce yapı. Kendini bildi bileli bu düzenin içerisindeydi ve hiç aklına gelmeyen bir şey daha geldi, doğanın bir parçası isek, bu yaşadığımız yer de mi doğanın bir parçasıydı? Bildiği kadarıyla “Büyükşehir” doğada var olan ve yaşadığı toplumun gelip içine yerleştiği bir “Doğal Yapı” değildi. Yaşadığı toplum, doğanın bu parçasını kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmiş ve kendilerinin kolaylıkla yaşayabileceği bir hale getirmişti. İçindeki kıpırtı tekrar hareketlenmeye başladı bir anda. Kendisi genel anlamda doğanın bir parçası olabilirdi, hatta ihtiyaçlara göre değiştirilmiş bir doğa parçasında, bir habitatta yaşıyor da olabilirdi. Uzun süredir içindeki kıpırtının adını sonunda koyabilmişti. Evraka (Her ne demekse). İçindeki kıpırtı “Merak” idi. Kendi habitatından başka habitatlardaki yaşamı merak ediyordu. Ne vardı oralarda? Kendine özel koşullar olmadığına göre ve yaşamasını sağlayan “Büyükşehir”i yanında götüremeyeceğine göre, ait olmadığı bir habitatta nasıl hayatta kalabilirdi? Tek bir cevap geliyordu aklına, tüm toplum yaşayabilmek için çok büyük bir çevreyi kendi ihtiyaçlarına göre değiştirdiğine göre, birey olarak da bir kişilik bir habitat oluşturabilirse ait olmadığı bir habitattaınırlı bir süre yaşayabilirdi. Çok havalı bir de başlık buldu fikrine “Doğada Hayatı İdame”. Vardiya amirinin sert uyarısıyla gerçek dünyayandü ve işine devam etti. Asık suratında daha önce olmayan bir ifade belirdi, ağzının kenarları yukarı doğru çok hafif kıvrılmıştı.

Yeni bulduğu fikrini hayata geçirebilmek için öncelikle donanımlarını tamamlaması gerekiyordu. En önemli donanım ise bilgi olmalıydı. Diğer tüm ihtiyaçlar içinde en kolay taşınabilen, istiflenebilen, var olanlardan yenilerinin türetilebildiği tek donanım bilgi olmalıydı. Diğer ihtiyaçlar sınırlı olarak bulunabilir, taşınabilir ya da depolanabilirdi. Ancak bilgiye sahipseniz diğer ihtiyaçlarınızı başka yerlerden başka şekillerde edinebilme ihtimaliniz yüksekti. Demek ki öncelikle etrafındakilerden kafasındaki konuyla ilgili öğrenebildiği her şeyi öğrenmeliydi. Öğrenmeye de kendi toplumundan başlamalıydı. Ön iki ayağını önce birbirine sonra antenlerine sürterek kısa bir temizlik yaptıktan sonra saha amirlerinin ve güvenlik görevlilerinin daha önce bıraktığı kimyasal mesajları yorumlamak için bekledi. “Büyükşehir”in yakınlarında bir besin kaynağı bulunmuş, güneşin doğduğu yönde sınırlarımıza yakın bir bölgede ise başka bir koloninin bireyleri arazi taraması yapıyordu. Güvenlik güçlerinin bir bölümü tedbir için sınıra yönlendirilirken toplayıcıların da besin kaynağına en kısa ve güvenli yoldan gitmesi isteniyordu. Talimatları alır almaz besin kaynağına doğru yola çıktı genç karınca.

Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Kutsanmış Şiddetten Lanetlenmiş Kötülüğe