Disleksi hakkında araştırma yaparken karşıma çıkan bilimsel veriler ve yapılan deneysel çalışmaların en dikkat çeken ve muhtemelen bilimsel çevrelerin bu konuda çalışma yapmasını sağlayan mesele, “disleksi ve yaratıcılık” arasındaki yoğun bağlantının fark edilmesiydi. Görünen o ki bu nörolojik farklılık başka bir açıdan bakıldığında ve doğru yöntemlerle işlendiğinde, yaratıcılığın kaynağına dönüşebiliyor. Prof. J. Everatt ve ekibinin 1999 yılında yaptığı ve disleksikler ile disleksik olmayan yetişkinler grubunu karşılaştırarak, yaratıcılık ,yenilik ve tasarım gerektiren görevlerde disleksiklerin diğer gruba göre fark edilir oranda başarı sağladığını gösteren bilimsel çalışması bunlardan sadece birisiydi. Nöropsikolog Prof. Kate Cockcroft ve çocuk psikoloğu Melanie Hartgill ’in yedinci sınıflardaki disleksik 36 çocuk üzerinde uyguladığı Torrance’ın Yaratıcı Düşünme Testi çalışması sonucunda, tüm sınıflardaki disleksik çocukların fikir üretme konusunda normal çocuklardan oluşan gruba göre anlamlı oranda daha iyi olduğu; disleksik çocukların yaratıcılığın belirli boyutlarındaki ortalama düzeylerden daha başarılı olabileceği ve bu tür yeteneklerin disleksiklerin eğitiminde kullanılabileceği sonucuna varılması da ilginç bir başka bilimsel sonuçtu. Yurt dışında yapılan başka bir çalışmadaysa üniversitelerin sanat bölümlerinde, diğer bölümlerine oranla çok daha fazla disleksik öğrenci bulunduğu rapor edilmiştir.
Psikolog Alice Cancer ve ekibi, 19’u disleksik 52 lise öğrencisine uygulanan yaratıcılık testiyle, disleksik öğrencilerin yaratıcı düşüncenin bir yönü olan sıra dışı fikir kombinasyonlarını ve bunların birleşimini ortaya çıkarmaktan oluşan bağlantı kurma görevlerinde üstün performans gösterdiğini ve istatistiksel olarak anlamlı derecede daha başarılı olduklarını ortaya koymuş durumdalar. Ayrıca ortaya çıkan bu bulguların, öğrenme güçlüğü çeken kişilerin tuhaf bilişsel işlevlerinin anlaşılmasında da bir katkı sağlayabileceğini; disleksinin sadece bozukluklarla ilgili olmadığını, aynı zamanda yararlı ve üretken olabilecek bilişsel özelliklerle de ilişkili olduğunu öne sürüyorlar.
Bahsi geçen disleksik öğrencimle ve ailesiyle konuştuğumda, günlük hayatta, okulda ve sosyal çevrede yaşanan sorunlara ve zorluklara dair bir miktar bilgi sahibi oldum ve birlikte yaptığımız dersler sırasında da bunların bazı örneklerini bizzat yaşadım. Fakat öğretme sürecini ve yöntemlerini onun ilgisini çekecek şekilde yeniden uyarladıktan sonra söz konusu öğrencinin şaşırtıcı derecede yaratıcılık kabiliyetine sahip olduğunu ve daha önce anlamakta zorlandığı konuları hızlıca kavrayabildiğini fark ettim. Belki de yapılması gereken, yaşanan bazı zorlukların yaratıcılıklarının ortaya çıkmasından önceki sancılı bir süreç olduğunu kabul edip, bakış açısını değiştirerek disleksinin olumlu yönlerine odaklanmaktır.
Araştırma yaparken karşıma çıkan başarı hikayelerindeki en can alıcı nokta ve başarıya götüren yöntem de aslında buydu. Aslında hepimizin bildiği, yetenekleri ve başarılarıyla tanıdığımız fakat disleksisi sayesinde bu başarıları kazandığını öne süren pek çok ünlü isimle karşılaştım. Farklı alanlarda orijinal katkılar sağlayan ve tarihe geçmiş insanların bir çoğunun disleksik olduğunu da bu vesile ile öğrenmek şaşkınlığımı bir kat daha artırdı. Örneğin, edebiyat alanında Cindrella ve Parmak Kız gibi neredeyse hepimizin dinleyerek büyüdüğü çok ünlü masalı yazan şair ve masalcı Christian Andersen; romanları hala filmlere konu olmaya devam eden efsanevi polisiye roman yazarı Agatha Christie; görsel sanatlarda resimleri dünya çapında bilinen Pablo Picasso; tarihin gördüğü en marjinal sanatçılardan birisi olan Andy Warhol; mucitlerin piri Leonardo Da Vinci; çizgi film sektörünün kurucusu Walt Disney; sinemanın dahi çocuğu Steven Spielberg; müzik alanında Madam Butterfly ve La bohème gibi daha bir çok meşhur opera eserinin bestecisi Giacomo Puccini; ünlü mucit Thomas Alba Edison; ve nihayet bilimin ikonik ismi Albert Einstein, bu örneklerden sadece birkaç tanesiydi.
Bu isimlerin yanı sıra, beynin sinirsel yapısı ve hücrelerin mikroskop altındaki görüntüsünden etkilenerek gördüklerini heykellerine aktaran Rebecca Kamen’ın hikayesi de oldukça etkileyici. Çocukluk yıllarında disleksi tanısı konmadan önce okulda büyük zorluklar çektiği bir süreçten geçmiş. “Çarpım tablosunu ezberlemek gibi temel matematik derslerini anlamak zordu. Ailem, kız kardeşim ve ben okurduk fakat ne okuduğumu hatırlayamıyordum. Düşündüm ki belki de insanlar böyle okuyordur” diyor. Ailesinin ve lise öğretmenlerinin çoğunun desteğine rağmen, bazı eğitimciler Kamen’in zekasında bir sorun olabileceğini bile düşünüyorlarmış. Zorlanarak da olsa liseyi bitirip üniversitenin sanat bölümünü kazandığında, danışman öğretmeni ailesine neden bunca yılı boşa harcadıklarını, kızlarının normal bir lise eğitimine değil, sanat ve tasarımla iç içe olabileceği bir okula ihtiyacının olduğunu söylemiş. Uzun metinleri okumak veya not almak zorunda olmadığı için okuldaki başarısı ve ilgisi de artmaya başlamış. Sanat yaratma süreci, dokunsal beceriler, nesneleri algılama, hatırlama ve dokunma hissine dayanan dersler becerilerinin daha da gelişmesini sağlamış.
Yaptığı çalışmalarla bir süre sonra adı gittikçe duyulmaya başlayan Kamen’ın sanatsal yetenekleri, Harvard Smithsonian Astrofizik Merkezinde, kendisi de disleksi olan astronom Matthew Schneps’in ilgisini çekmiş ve disleksinin başka bir yönü üzerine bir araştırma yapmaya karar vermiş: “Nörolojik duruma atfedilebilen yetenekler”. Kendisi ve Görsel Öğrenme Laboratuvarı’ndaki ekibi, disleksik insanların bilim veya sanat gibi belirli görevlere veya mesleklere yatkın olmasının nörolojik nedenleri olduğu teorisini ortaya koymuş. Disleksik ve disleksik olmayan astrofizikçileri karşılaştırarak yaptığı çalışmada, disleksik olanların disleksik olmayan meslektaşlarından daha hızlı şekilde bir galaksideki kara deliğin varlığını işaret eden dalga spektrumlarındaki kalıpları tanımlayabildiklerini fark etmiş. Schneps, araştırmasının disleksinin belirli görsel işleme türleri için gelişmiş yeteneklerle ilişkilendirilebileceğini, çizimin bölümlerini bir bütün haline getirme konusunda disleksiklerin daha iyi görsel-uzamsal yeteneklere sahip olabileceklerini düşünüyor.
Kamen, kariyerinin ve yaptığı heykellerin bu kadar gelişmesinde bilimin büyük katkısı olduğunu söylüyor. Sanatçı ve bilim insanlarının benzer görevlere sahip olduğuna, her ikisinin de anlamlı kalıplar arayarak, çekici anlatılar yaratıp, görünmez dünyalarla uğraştığına inanıyor. Bu benzerlikleri de heykellerine yansıtmaya çalışıyor. Çok güzel de bir sözü var bu konuda: “Sanat eserlerimi izleyenlere göstermek istediğim şey, bazen bilimin gizli güzelliği” . Rebecca Kamen’in sinirbiliminden ilham alan heykellerin birçoğu şu anda Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki John Edward Porter Sinirbilim Araştırma Merkezi’nde sergileniyor.
Yaratıcılık, içinde bir çok rengi içeren kocaman bir dünya ve gelişebilmesi için her türden fikri barındırabilmesi gerekiyor. Hayal edebilme, bağlantı kurma, yenilik ve farklı bakış açıları bunların en önemlileri. Hepimiz aynı şekilde düşünerek ya da aynı şeyleri yaparak icatlar geliştiremez ve ilerleyemeyiz. Rebecca Kamen örneğindeki gibi bir çok başarı hikayesini okuyup etkilenmemek gerçekten mümkün değil. Disleksik bireyler zayıf yönlerinden ziyade güçlü olan bilişsel yönlerine odaklanarak potansiyellerini tam manasıyla keşfedebilirler. Bu, hayata ve kendilerine bakış açılarını olumlu şekilde yenileyebilir.
Göremediklerimizi görebilen gözlere, hayal edemediklerimizi tasarlayabilen beyinlere, yani “farklılıklara” çok ama çok ihtiyacımız var…