Eğer Sadece Yetişkinsek Yoksuluz

Yetişkin olmak sıkıcı mı?

Eğer sadece yetişkinsek, evet!

Winnicott 1945 yılındaki meşhur dipnotunda “We are poor indeed if we are only sane.” (“Eğer sadece ‘aklı başında’ isek, hakikatte yoksuluzdur.”) demişti. Akıllılıkla deliliğin birbirine tezat şeyler gibi konumlandırılmasını eleştiriyor, deliliğin yaratıcılıkla, içsel zenginlikle, kendiliğimizle aslında çok daha derin bir bağı olduğunu ileri sürüyordu. Ünlü psikiyatrist Laing gibi, deliliğin bir yaftalama olduğu kanısındaydı o da. “Hem akıllı hem deli” olabilmekti ruhsal sağlık. Akıllılıkla delilik arasında söylendiği gibi kesin bir çizgi yoktu. 1964 yılında “The Concept of the False Self” (Sahte Benlik Kavramı) başlıklı konuşmasından önce, uzmanlardan oluşan dinleyicilerini “Aslına bakılırsa normal olanı anormal olana bağlamam gerekecek ve bu süreç zarfında eğer hepimizin hasta ya da bir başka deyişle; akıl sıhhati yerinde olmayanların akıllı olduğunu öne sürüyor gibi görünürsem, beni hoş görmenizi rica edeceğim.” diye uyarması manidar Winnicott’ın.

Jung, ortalama bir erkeğin kendisini erkeklikle özdeşleştirdiğini, yani kendisini “salt erkek” zannettiğini söylüyordu. Psikanalizin, doğu felsefesinin, Nietzsche gibi düşünürlerin “dişillik” ve “erillik” yaklaşımının bir parçasıydı bu söylemi. “Kadın kişi”, “erkek kişi” diye bir şey yoktu çünkü bu yaklaşıma göre. Her birimiz hem kadın hem erkeğiz. Daha doğru bir ifadeyle, her birimiz erilliğin ve dişilliğin farklı oranlarda terkipleriyiz.

Jung’un ifade ettiği gibi kendisini salt erkek zanneden kişinin durumuna maçoluğu örnek verebiliriz. Maçoluk, kişinin kendi içindeki kadını bastırması, yok sayması, içindeki kadından ve kadınlıktan utanması demek aslında. Maçoluk ve maçoluğa her tür meyil, bir erkeğin cinselliğinin yaralanmış olduğunun en açık göstergesi. Cinsellik “öteki” ile bağ kurabilme kapasitesi anlamına geliyor ve kendi içindeki kadınla sağlıklı bağ kurabilen erkek, “sağlıklı erkek” olarak tanımlanıyor. “Dış”taki kadına saygı duyamayan kişi, erkek olsun kadın olsun, kendi içindeki “kadın”a nasıl saygı duyabilir? Kendi içindeki “kadın”ı yok sayan bir erkeğin nasıl mutlu bir cinsel hayatı olabilir?

Doğada saf, katışıksız ve mutlak halde bulunan hiçbir şey yok. Sıcak soğuğu, soğuk sıcağı içeriyor. “Sıcak” sözcüğü, “soğuğu az miktarda içeren” demek aslında. Sözcükleri bile yaklaşık anlamda kullanabiliyoruz ancak. Bir şeyin anlamını, onun içinde bulunan zıddı belirliyor. Bir şeyden etkilenmeyen, incinmeyen kişinin güçlü olduğunu söyleyemeyiz bu yüzden. Etkilendiğimiz halde devam edebilmek demek güç. Ortada korku yoksa, cesaret de yoktur. Korkunun varlığına rağmen devam edebilme kapasitesini niteliyor cesaret. İçinde zıddı olmayan şeyin kendisi de yok. Bir şey, zıddıyla bütünleşebildiği oranda güçlü.

Farkında olalım olmayalım hepimiz, olduğumuz şeyin zıddını da barındırıyoruz içimizde ve bu gerçeğin derinine inebildiğimiz ölçüde var edebiliyoruz kendimizi. Var olmak ve yaşamak, ayrı şeyler çünkü. Hepimiz yaşıyoruz ama var olduğumuzu hissetmek, kendimizin zıddıyla kurabildiğimiz bağa bağlı. Samuel Beckett, kişinin kendi zıddına ulaşmadan tamamlanamayacağını söylerken ne kadar haklıydı.

İçimizdeki çocuğa kulak versek “tamam” olur muyuz?

Aynı anda hem kadın hem erkek olduğumuz gibi, aynı anda hem yetişkin hem çocuğuz her birimiz. Kendimizi kendimizden doğurma kapasitemiz en hayatî tarafımız. Çocukluk, içimizdeki yeniyi, değişebilme ve gelişebilme kabiliyetimizi temsil ediyor. Eğer on sene sonra şu anda olduğum insanla aynı insansam, aynı şekilde düşünüyor ve hissediyorsam, kendimi kendimden doğuramamışım demektir. Kendimizi gerçekleştirebilmemiz, yaşıyor olmakla kalmayıp var olduğumuzu da ta derinden hissedebilmemiz, bu değişime bağlı. “Being” (varoluş) sözcüğünün İngilizcede sadece statik değil, “var oluyor ” anlamında fiil olarak da kullanılması bu yüzden. Doğduk, yaşıyoruz ama kendimizi gerçekleştirebildiğimiz ölçüde var olabiliyoruz .

Kendimiz hakkında bilmediklerimiz, bildiklerimizden fazla. Bu sebeple çocukluk, “bilinmeyen” anlamına da geliyor. Kendimizi/içimizdeki çocuğu gerçekleştirmemiz, kendimiz hakkında bilmediklerimizi bilinir hale getirmemiz: Potansiyellerimizi reele dönüştürebilmemiz demek. Jung psikolojisine göre çocukluğun anlamlarından bir diğeri de “yaratıcılık”. Her birimiz yaratıcı içgüdüyle doğuyoruz ve her birimizde potansiyel olarak bulunan yaratıcılık “yaratıcı eylem”e dönüştüğünde gerçekleştirmiş oluyoruz kendimizi/içimizdeki çocuğu.

Anne, baba, çocuk gibi “dış”a dair kavramların her biri içimizde de var. Reeldeki çocuğumuza nasıl anne-babalık ettiğimiz, içimizdeki anne-babanın içimizdeki çocuğa nasıl anne-babalık ettiğinin doğal bir sonucu aslında. Bu açıdan her birimiz anneyiz, babayız, çocuğuz ve meselenin özü de “dış”taki çocuktan ziyade kendimize nasıl anne-babalık ettiğimizde saklı. “Ne kadar iyi bir ebeveyn olduğumuzu, çocuğa ne kadar çok şey öğrettiğimiz değil, çocuktan ne kadar çok şey öğrenebildiğimiz gösterir” derim hep.

Eğer kendimizi salt yetişkin sanıyorsak “Ben bu çocuktan daha iyi biliyorum! Ben bu çocuğa öğretmeliyim!” deriz ve (reel yahut iç) çocuğu tanıyamamış, ondan bir şey öğrenememiş, dolayısıyla değişememiş, gelişememiş oluruz. Salt yetişkin olmak, içimizdeki bilinmeyenleri bilinir kılamamak, potansiyelleri reel hale getirememek: Kendimizi tek bir gerçeğe mahkum etmek ve değişime kapalı olmak demek.

İçimizdeki çocuk sürekli konuşuyor. Sesini bize duyuramadığı zaman bedenimizi araç olarak kullanıyor, bizim “hastalık” dediğimiz şeyler yoluyla derdini anlatmaya çalışıyor. Bizim “ruhsal sıkıntı” dediklerimiz üzerinden ulaşmaya çalışıyor içimizdeki anne-babaya. Semptomları içimizdeki çocuğun yardım çağrısı değil de çözülmesi gereken sorunlar olarak gördüğümüz sürece o çocuğu da göremiyoruz, anlayamıyoruz, yok saymaya devam ediyoruz. Halbuki gelişime dair tüm kapasitemiz, içimizdeki çocuğun bize bu çağrılarında saklı. Biz onun neden bu çağrıyı yapmaya ihtiyaç duyduğunu anlayabilirsek zaten “kötü” davranmaya ihtiyacı da kalmıyor. “Ruhsal hastalık” diye yaftaladığımız şeyler, konuşamadıklarımızın bizim yerimize ifade edilmesi aslında. Onları “sorun” olarak görmek, içimizdeki çocuğu susturmak demek.

Oysa içimizdeki çocuklar ve “dış”taki çocuklar, aslında hiçbir zaman kötü davranmazlar.

Winnicott’ın sözünü değiştirirsek: Eğer sadece “yetişkin” isek, aslında yoksuluzdur.