Eğitim Sistemi

Kızım bir devlet okulunda okuyordu o zaman. Anadolu lisesi. Zaten hepsi şimdi Anadolu Lisesi. Neyse, girdik bir sınıfa; sınıf sadece benim zamanımdaki sınıfların değil, babamın zamanındaki sınıfların da aynısıydı. Karşı duvarda tahta, üstünde muska misali mini mini yazılarla yazılmış İstiklal Marşı ve Gençliğe Hitabe, tam aralarında kendinizi mutsuz ve yetersiz hissetmenizi garanti eden çatık kaşlı bir Atatürk protresi, üstünde kocaman beyaz ve işlevsel bir saat, sağ duvarı komple kalın doğramalı pencereler, öbür duvarı boydan boya yarısının tırnakları kırık elbise asklıkları… Bildiğiniz bir lise sınıfı. İnsanoğlunun estetik kaygılarından herhangi bir tanesine hitap etmemek üzere özenle tasarlanmış, içinde büyükbaş hayvan yetiştirseniz dahi garip kaçmayacak güzide eğitim yuvalarımızdan birisi işte. İçeride çocuklar varken muhtemelen daha insani bir yer oluyordu bu geniş oda; ama insansız baktığınızda, daha önce görmemişseniz ne işe yarayacağını pek hayal edemeyeceğiniz bir hacim.

Sınıfa yavaşça yerleştik diğer velilerle. Herkes ciddi edalarla o rahatsız sıralara oturdu. Kimsenin aklına “benim çocuğun poposu benim kadar, bütün gün burada ne yapıyor?” sorusu gelmedi muhtemelen. Benim geldi, yuttum. Etrafa boş boş bakabilecek kadar bile zihnimizi meşgul edecek detay bulamadığımızdan çoğumuz elimizdeki cep telefonlarıyla falan oyalanıyorduk.

Sonra bir öğretmen geldi; kendinden emin edalı bir hanımefendi. Rehber öğretmen olarak biraz çocuklarımızdan bahsetti. Benim kızım terapist gibiymiş ama dikkati dağınıkmış falan. Herkese bir şeyler söyledi. Arkasından öğretmenlerin sırayla geleceğini söyledi. İlk gelen coğrafya öğretmeniydi. Biraz gergin ve sinirli görünen bir genç adamdı. Çocukların çok ilgisiz, dikkatsiz, azimsiz ve daha bir çok şeysiz olduklarını söyledi. Sıralı değerlendirmede bizim kızı ilgisi için ekstra övdü. Söz istedim. Verdi. “Dersi nerede yapıyorsunuz?” diye sordum. “Burada” dedi “nerede olacak abicim?” der gibi. “Coğrafya dersi için kaç kere çocukları dışarı çıkardınız? Neden şu karşıdaki tepeye falan çıkmıyorsunuz? Dağ ova, yayla falan gösterseniz?” diye sordum. Kızdı biraz, ama kibarlığı bozmadı. “Prosedür, güvenlik” falan derken, lafı ağzından alıp, “bu sene piknik, konser, tiyatro ve okul gezisi için tonla para ödeyip cilt dolusu kağıt imzaladığımı” hatırlattım. Gıcık oldu bana; haklı da…

Matematik hocası tam beklediğim gibi çıktı. Neşeli ve orta yaşlı bir adamdı. Çocuklara bayıldığını, sınıfın çok iyi olduğunu söyledi. Bekliyordum; çünkü kızım onun için “baba adam şiir gibi anlatıyor” demişti. Sevdim adamı. Mesleğini seveni sevmeden duramazsınız ki…

Sonra İngilizce öğretmeni geldi. Kızımın “baba kadın valla İngilizce bilmiyo!” dediği öğretmen. Benim kız BBC gibi konuşur, evde öğrendi. İngilizceci hanımefendi gergin bir edayla sıra sıra bazı öğrencilerin velileri ile konuştu. Sıra bana gelince bildiğiniz yardırdı: Kızımın yabancı dili iyiymiş ama saygısız, dikkatsiz, özensiz falan filanmış. Sevecenlikle dinledim. Yetersiz insanlarla o kadar çok görüşmüşlüğüm vardı ki…

Ardından Türkçe hocamız geldi. Şık ve disiplinli görünümlü bir hanımefendiydi. Bir çok şey söyledi; çoğunu hatırlamıyorum bile. Ama arada “yazı dersini müfredattan kaldırdıklarını, zira diğer konuların yetişmediğini” söyledi. Söz istedim. O da verdi ama hemen pişman oldu. “Kime sordunuz”? dedim. “Neyi?” dedi. “Yazıyı kaldırma kararını” dedim. “Biz öğretmenler kurulu olarak verdik” dedi biraz gergince. Ayağa kalkıp aldım sazı elime: Sinirbilim ve davranış alanında çalışan bir akademisyen olduğumu, ellerin beyin gelişiminde ne kadar önemli olduğunu, bu yaşta çocukların ellerini ne kadar az kullanırlarsa o kadar ahmaklaşacaklarını, bu tip konuları uzman bulamıyorlarsa en azından bir doktora falan danışmalarının iyi olabileceğini hızlıca hatırlattım. Çok sinirlendi; şakağında mavi bir damar çıktı. Onu da anladığımı ama bu konunun önemli olduğunu ekleyecekken diğer hoca geldi konu dağıldı.

Gerisi de farklı değildi. Biyoloji hocasına “biyoloji sınıfta öğretilmez” demeye bile gerek görmedim. Adamcağızın zaten hali perişandı. Ama diğer hepsinin bir şekilde damarına bastım. Bir daha beni çağırmayacaklarından emin olana kadar bütün gıcık sorularımı sıraladım. Zaten veli toplantılarını sevmem. Zira okulu da sevmedim hiç. Neyse ki bir kaç yılı kalmıştı çocuğumun. Şu gereksiz ve zorunlu kamu hizmetini, yani “zorunlu eğitimi” bir an önce  bitirse de hayata başlasa diye düşünerek terkettim o arkaik mekanı.

Ben çıkarken, okul girişindeki görevli bana görmeyen gözlerle baktı. Çocukların okuldan çıkmasını engelleme görevi olmadığı zamanlarda yapacak bir şeyi yok gibi gözüküyordu. Ona da yazıktı. Ona da, orada öğretmenlik yapan gencecik insanlara da, bizim çocuklara da, verilen onca vergiye, harcanan onca zamana da, Milli Eğitim için çalışan o tonlarca bürokrata da, bu eğitime bağlanan onca umuda da yazık…

Külliyen yazık…