Eğitim Ve Kalkınma 1

Günümüzde gelir düzeyi düşük olan ülkeler veya eğitim ve sağlık hizmetlerine daha az kaynak ayırabilmekte ve böylece geri kalmışlık “kısır çemberi” devamlılığını korumaktadır. Bu durum, özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından ciddi sorunlar ortaya çıkarmaktadır.  Hatta John Kenneth Galbraith, günümüzün gelişmiş toplumlarında da önemli sosyal sosyal dengesizlik sorunlarının olduğunu vurgulamaktadır. Azgelişmiş ve gelişmekte olan toplumların dünya kalkınma yarışında geri kalmışlıktan kurtulmaları için eğitime ve eğitim yoluyla şekillenen sosyal ve beşeri sermayeye önem vermeleri gerekmektedir. Bu doğrultuda, sosyal ve beşeri sermayeyi izah edip doğru bir eğitim modeli önerilecektir.

SOSYAL VE BEŞERİ SERMAYE

Bir toplumun sahip olduğu kurumların tümüne “sosyal sermaye” denmektedir. Toplumun sahip olduğu örf ve adetlerden-kanunlardan-kurallardan-bürokrasinin kalitesinden-rüşvetin yaygınlığından-yönetim biçiminden ve ekonominin açıklığından oluşan sosyal sermaye, iktisadi büyümeyi etkileyen önemli bir unsurdur. Bir ülkenin sahip olduğu sosyal sermaye, insanların üretmeye- icat etmeye yönelik davranışlarını etkilemek suretiyle büyüme üzerinde etkili olur. Dünya pratiği sosyal sermayesi zayıf olan ülkelerin büyüme hızlarının düşük olduğunu göstermektedir. Bu yüzden de, hükümetlerin büyümeyi hızlandırmalarının bir başka yolu, sosyal sermayeyi sürekli geliştirmektir. Bunun, eğitimli ve sağlıklı bir toplum yapısına sahip olmayla mümkün olacağı açıktır.

Sosyal sermaye, genellikle, işlerin koordinasyonunu kolaylaştırarak toplumun etkinliğini artırabilen karşılıklı itibar ve güven şeklinde karakterize olmuş bir sosyal ilişkiler ağına işaret etmektedir. Bunların hepsine kısaca, bir toplumun sahip olduğu kurumlar ve onların işleyiş biçimi demek mümkündür. Sosyal sermaye kavramının köklerinin Durkheim, Marks ve hatta Aristo’ya kadar gittiği vurgulanmaktadır.

“Klasik iktisatçılar, toprağı, işgücünü ve fiziki sermayeyi, ekonomik gelişmeye katkıda bulunan üç önemli üretim faktörü olarak belirtmişlerdir. Robert Solow 1950’li yıllarda teknolojinin (fiziki sermaye) önemini ortaya koyarken, T. W. Schultz ve Gary Becker 1960’lı yıllarda beşeri sermaye kavramının önemini vurgulamışlardır. Bu iki yazara göre bir toplumda klasik üretim faktörlerinin verimli olarak kullanılması bilgi stokuna, eğitimli ve sağlıklı işgücüne bağlıdır”

Beşeri sermaye, bireylere özgü kabiliyetlerin toplamı olarak ifade edilebilir. Beşeri sermaye, kabiliyet, beceri ve bilgi gerektirmektedir. Milyonlarca insanın beynine giren bilgiler sonucu oluşan beşeri sermaye, buradan çok prodüktif hale dönüşebilmektedir. “…Beşeri Sermaye Teorisini ortaya atanlardan Denison’un yaptığı bir araştırmada (1962), 1929-1956 döneminde ABD’de çalışanların kişi başına reel milli gelir artışlarının B’sinin eğitim yoluyla işgücünün kalitesinde meydana gelen iyileşmeden kaynaklandığı hesaplanmıştır. Bu konudaki diğer bir çalışmada da, Latin Amerika ülkelerinin sanayi üretimlerinde 1960-1970 yıllarında görülen hızlı artışın, işgücünün kalitesinde meydana gelen önemli artışlara dayandığı belirtilmiştir. Dolayısıyla,ülkelerin sosyal ve ekonomik güçleri ile eğitim ve kültür seviyeleri arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kültür ve eğitim seviyesi ne kadar yüksek olur ise, ülkenin ekonomik gelişmesi de o kadar hızlı olmaktadır (Karluk; 1996; 13). Eğitim ve kültür birikimi de ülke nüfusunun öğrenme düzeyi ve yöntemiyle ilgili bir konudur. Öğrenme, temelde üç unsura bağlıdır; sahip olunulan zeka, yetenek ve bu doğrultudaki dürtüler. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, ülke nüfusları arasın da zeka ve yetenek açısından çok anlamlı farkalar yoktur. Önemli farklılaşma dürtüler ile ilgilidir. Bu da eğitime ayrılan kaynaktan, eğitime verilen önem ve eğitim teknolojilerine kadar bir bütün olarak “eğitim sosyal sermayesi” denilebilecek hususların süreçte iyi işletilmesi ve böylece uygun sonuçlar alınmasını kapsamaktadır.

İnsani gelişme endekslerinde dikkate alınan değişkenler ise çoğunlukla kalkınmanın temel sacayaklarından olan beşeri sermaye ile ilgilidir. İktisadi kalkınma ve büyümenin temel üç kaynağı vardır. Bunlar:

– Tasarruf ve yeni sermaye yatırımları,

– Beşeri sermaye yatırımları,

– Yeni teknolojilerin bulunması ve geliştirilmesi.

Ülkelerin daha hızlı ekonomik kalkınma politikalarında, bu üçlü kalkınma kaynaklarını beşli bir sınıflandırmayla da göstermek mümkündür.

– Tasarruf teşviki,

– Ar-Ge’nin desteklenmesi,

– Yüksek teknolojili endüstrileşmenin hedeflenmesi,

– Uluslar arası ticaretin teşviki,

– Doğru eğitimin desteklenmesi.

Beşeri sermaye artışına yapılacak yatırımlar, tıpkı makine parkı için yapılacak yatırımlar gibi düşünülebilmektedir. Bu tür yatırımların getirisi, artan verimlilik ve daha yüksek gelir elde etme ile ölçülmektedir. Çünkü, ortalama beşeri sermaye seviyesi düşük olan fakir ülkeler, kalitesiz imalat malları üretmeyi tercih etmekte ve bu yüzden de nispi olarak düşük bir büyüme oranına sahip olmaktadırlar. Fiziksel sermaye yatırımına ve beceri birikimine (eğitimli insan-beşeri birikim) önemli ölçüde kaynak ayırabilen ülkelerin zengin, kaynak ayıramayanların ise fakir oldukları belirtilmektedir. Günümüzde artık az gelişmişlik kısır döngüsünü kırmak isteyen her ülke için beşeri sermayeye yatırım yapmak zorunlu hale gelmiştir. Sosyal ve beşeri sermayesi güçlü olan ülkeler kalkınmış ülke olabilmekte, bu iki sermayeyi geliştirmenin veya oluşturmanın yolu ise eğitimden geçmektedir. Bu nedenle eğitim kalkınma ilişkisinin teorik temelini iyi anlamak gerekmektedir. Aşağıdaki başlıkta bu husus vurgulanmaktadır.

EĞİTİM VE KALKINMA

Bir çok iktisatçı, eğitimin, “üretim artırıcı” etkisinde hemfikirdir. Merkantilizmden Neoklasik düşünce akımına kadar olan bütün iktisadi ekollerde, eğitimin ekonomik kalkınma üzerinde etkisi araştırılmıştır. Yapılan araştırmaların büyük çoğunluğunun, eğitimin kalkınmayı olumlu yönde etkilediği yönünde sonuçlar elde ettiği söylenebilir.

18. y.y.’ın önemli iktisatçılarından M. Postletwayt uluslarlarası planda yapmış olduğu araştırmalarda, eğitimin iktisadi kalkınma için temel bir unsur olduğunu belirlemiştir. A. Smith, “ulusların zenginliği” adlı eserinde (1776), eğitimin geliştirilmesinin önemi üzerinde durmaktadır. R. Malthus, eğitimin önemine değinirken, onun, insan kaynağı yaratmak için değil, insanın daha iyi yaşaması için gerekliliğini belirtmiştir. Çünkü eğitim nüfus kontrolüne katkıda bulunmakta ve işgücü ordusunun sayısını azaltarak ulusal geliri yükseltmektedir. Malthus, yoksul sınıflar için yaygın bir eğitimin nüfus artışını önleyeceğini ve bunun sonucu olarak da toplumsal huzursuzlukların giderileceğini dile getirmektedir. Malthus’un söylediği düşüncelerin Türkiye için Doğu ve Güneydoğu’da uygulanması gereken anlayış olduğu söylenebilir. Çünkü, Türkiye’nin sosyo-ekonomik açıdan en geri kalmış iki bölgesi olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde “çok çocuk-az gelir” bileşimi her çocuğun çağın gerektirdiği eğitim ve sağlık imkanlarından yararlanmasını önleyen ve böylece geri kalmışlık sürecini daimi kılan hususlardan biri olabilmektedir.

D. Ricardo da Malthus’a benzer şekilde, aile sayısının sınırlandırılması ya da aile planlaması (nüfus planması) ile ilgili olarak gerekli alışkanlıkların ancak eğitim kanalı ile sağlanabileceğini vurgulamaktadır. Klasik iktisatçılar içerisinde eğitime en fazla önem veren Senior’dur. Senior’a göre, devletin eğitime etkin bir şekilde müdahele etmesi zorunludur. Çünkü eğitim, cehalet ve yoksulluk çemberini kırarak nüfus artışının kontrolünü otomatik olarak sağlamaktadır. J.S.Mill de Malthus gibi eğitimin nüfus artış hızını yavaşlatacağını ve nüfusun sermaye ve istihdama oranını yavaş yavaş azaltacağını kabul etmektedir. Mill’e göre, kamu çıkarları için herkes eğitim görmeli ve bazı üstün zekalılar için de ileri seviyede eğitim olanakları sağlanmalıdır. A. Marshall da eğitimin, ulusal bir yatırım olduğunu ve en değerli yatırımın insana yapılan yatırım olduğunu vurgulamaktadır.

Keynesyenler ise, eğitimin yarı kamusal bir mal olarak sosyal devlet anlayışının gereği devlet tarafından sunulması gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Ayrıca bu ekolün temsilcileri, eğitimin yanında diğer sosyal hizmetlerin de devlet tarafından yapılmasını vurgulamaktadırlar. “Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, fiziki sermaye yatırımlarının bu sermayeyi kullanmasını bilen iyi yetişmiş nitelikli işgücüne sahip olan ülkelerde, yani Batı Avrupa ve Japonya’da mucizeler göstermiş olması, iktisatçıları bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele almaya yöneltmiştir. T.W. Schultz, E. F. Denison, S.G. Becker’in öncülük ettiği bu yeni akım, konunun bütün yönlerinin ayrıntılı olarak incelenmesini sağlamıştır. P. M. Romer, R. J. Baro, R. E. Lucas ve G. Mankiw tarafından geliştirilen içsel büyüme kuramları (endogenous growth theory) ile eğitimin iktisadi kalkınmadaki önemi daha iyi anlaşılmıştır. Günümüzde artık hiçbir iktisatçı eğitimin iktisadi kalkınmadaki rolünü göz ardı etmemektedir”.

DEVAMI ( 2. BÖLÜM ) ÇOK YAKINDA