Toplumların dönüşmesinde ekonominin belirleyiciliği genel kabul gören bir görüştür. Teknolojideki gelişmeler, eski sektörleri ve bunların ortaya çıkardığı ticaret yapış şeklini tehdit etmeye başladığı zaman büyük depremin hırıltılarını duymaya başlarız.
Yeni olan ilk önce fark edilmez ama bu öyle dipten gelen bir dalgadır ki, herhangi bir zamanda ve genellikle de hiç umulmayan bir yerde bir sosyal olgu olarak kendini gösterir ve kısa zamanda bu sosyal olgu, sosyal gelişmenin daha da ötesi bir sosyal alt-üst oluşun öznesi olur. Türkiye, ekonominin dinamiklerinin sosyal, siyasi ve hukuki olanı belirlediği düz bir çizgi izlemedi hiçbir zaman. Türkiye’nin gelişmesi, kimi zaman siyasetin kimi zaman da hukuki düzenlemelerin öne çıktığı bir sarmal kaos görüntüsü verdi.
Çarpıcı bir örnektir; 12 Mart’ın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç darbeyi, ‘sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı’ sözleriyle açıklamıştı. Burada Tağmaç’ın ‘ekonomisi’ sosyal olanın gerisinde kalmıştı. Çünkü o ekonomi belirleyen, yönlendiren dinamikleri içinde barındırmıyor tam aksine toplumun sosyal gelişiminin önünde bir barajın geçilmez duvarları gibi duruyordu.
Yetmişli yılların başında dünya, bir ekonomik krize adımını atarken, geleneksel sektörlerin kâr oranları düşmeye başlıyor ve Vietnam Savaşı ile başlayan sermayenin militarizme dayalı yenilenmesine hız veriliyordu. Sovyetler Birliği ve ABD, uzaya kadar uzanan bir silahlanmayla ‘yeni’ olanı geliştirmeye çalışırken, dünyanın güneyi ve doğusu da asker postallarıyla yeniden düzenleniyordu. Buralardaki ekonomilerin ihtiyacı olan yeni kaynak ve teknoloji aktarımının önü ise o yıllarda tamamen kesilmişti. Bundan dolayı, o yıllarda işçilerin ve diğer sosyal sınıfların talepleri sermayenin karşılayamayacağı düzeydeydi ve Tağmaç sosyal gelişme derken tam da bunu kastediyordu. Tabii Tağmaç’ın bu özlü sözünü tamamlayan bir diğer 12 Mart demeci de darbeden sonra kurulan Erim hükümetinin ekonomiden sorumlu ‘ithal’ Bakanı Atilla Karaosman-oğlu’dan geldi. Karaosmanoğlu bu tip hükümetlerde çok görülen teknokrat bakanlardan biriydi ve tabii hemen ekonomiyi ‘kurtarma’ programı açıkladı, açıklarken de şu veciz sözü söyledi: Bu tedbirleri alırsak, 1995’te İtalya’nın bugün ulaştığı seviyeye ulaşırız. Bu müthiş öngörü bugün bizde sadece gülümseme etkisi yaratıyor ama gerçekten 12 Mart günlerindeki bu iki demeç, Türkiye tarihinin bir özeti gibidir.
Bugün yine çok çarpıcı bir iç içe geçmiş, sarmal kaos durumu ile karşı karşıyayız. Bu sefer ekonomik gelişme, yeni bir ‘girişimci’ sınıfın attığı adımlar ve krizin yeni dinamikleri, Türkiye’yi küreselleşmenin tam ortasına taşıyor. Bu süreç, yaklaşık on yılı aşkın bir süredir şaşırtıcı dinamikler oluşturarak gelişiyor. Sözünü ettiğimiz kaos sarmalının hukuk tarafı, yani Türkiye’deki hukuk sistemi, gerici 12 Eylül Anayasası’na dayanarak bu sürece direndi.
Bu direniş, 12 Eylül 2010 referandumuna kadar sistemik olarak sürdü.
Bu anlamda 12 Eylül referandumu, Türkiye tarihinin en derin ironisidir. Bu referandumun oluşturduğu hukuki düzenlemeler, adeta yargının üzerindeki perdeyi kaldırdı ve yargı bağımsız karar alma yetisinin olabileceğini ve bağımsız kararın başına bir iş getirmeyeceğini gördü. Bugün yargı-siyaset kurumu ilişkisini hatta zaman zaman çekişmesini tam da buradan açıklayabiliriz.
————————————-
Yeni TTK: Türkiye’de kapitalizm kabuk değiştiriyor
Öte yandan yeni Türk Ticaret Kanunu (TTK) gibi düzenlemeler ve yakında gündeme gelecek köklü yargı reformu gösteriyor ki, Türkiye’de hukuk çok yakında ekonomideki gelişme temposunu yakalayacak ve hatta bir müddet onun önünde gidecek. Mesela yeni TTK, Türkiye’de kapitalizmin kabuk değiştirmekte olduğunun somut bir ifadesidir.
Şimdi yeni TTK’nin yürürlüğe gireceği Temmuz-2012’ye kadar, ‘bu kanun yürürlüğe girerse ortalıkta şirket kalmaz, değişmesi lazım’ diyen bir yığın çatlak sese tanık olacaksınız.
Ama emin olun o sesler, Tağmaç gibilerinin seslerinden farksızdır. Yeni TTK’da işletmelerin ölçeklerine göre düzenlenmesi, yeni denetim mekanizmaları ve internet ağına kadar varan şeffaflık çabaları bile köklü bir devrim niteliğindedir.
Şunu söyleyebiliriz: Bugün Türkiye’de ekonomik gelişme siyasetin önüne geçiyor ve bu ekonominin dinamikleri hukuksal yapıyı da siyasi ve sosyal olanın önüne taşıyor.
Türkiye ilginç bir ülke ve tabii bir laboratuar; burada kalıplaşmış sosyal ‘bilim’ ezberleri yerle bir oluyor.