Bir önceki yazımda fotonun heyecan ve macera dolu yolculuğuna değinmiştim. Eğer okuduysanız, orada bir şey dikkatinizi çekmiş olmalı. Bu fotonlar neden yüksek ve yoğun enerjili çekirdekten kaçmaya çalışıyorlar? Çünkü entropi yasası gereği her şey entropinin arttığı yöne doğru akma eğilimindedir. Fotonlar da enerjinin yüksek, entropinin düşük olduğu çekirdekten çıkarak uzaya yayılma yolunda, yani entropisini arttırma yolunda adeta savaşırlar.
Düşünsenize bugün teninize değen ışık, 1 milyon yıl önce Afrika sınırları dışına ilk defa yayılma cesareti gösterip Güneydoğu Asya’daki Cava adalarına doğru hareket etmiş en yakın kuzenlerimiz “Cava Adamı” olarak bilinen Homo Erectus ’ların zamanında doğmuş! Afrika’dan çıkıp harekete geçen bu insanların yolculuğunun zorluğu ve haşinliği kadar, aynı anda yukarıda, Güneş’te de büyük bir savaş oluyordu. Ve o savaşı kazanan fotonlar, bugün 1 milyon yıl önce gördüğü insanların torunlarına dokunuyorlar. Şimdi kafanızı göğe kaldırın ve düşünün: Şu an orada savaşan fotonlar, yaklaşık 1 milyon yıl sonra kim bilir kimlerin tenine değip kimlere şifa olacak? Bugün oraya bakıp, o fotona sevgiyle fısıldayıp belki de geleceğe mesaj gönderebilirsiniz.
Bu yolculuk hikâyesi aslında bizlere çok şey anlatıyor ve öğretiyor; pes etmemek ve başımıza gelen olumsuz olaylara farklı bir bakış açısıyla bakma gerekliliği gibi…
Çoğu zaman hayat bizi öyle zorlar ki kendimizi çıkmazda hisseder hatta bazen isyan ederiz. Hâlbuki yaşadığımız her olay, tanıştığımız her insan bizler ölümcül gama ışınları olarak kalmayalım diye vardırlar. Öyle pişeriz, öyle dersler alırız ki ölümcül gama ışınından yaşama can veren görünür ışıklara dönüşebiliriz. Eğer etrafımızdaki insanların savaşlarına, mücadelelerine dil uzatıp yaşanan her olay hakkında malumat vermeye kalkışırsak -yani asıl amacımız olan kendimizi ve gerçekliğimizi var edebilme savaşını unutursak- işte o zaman o çekirdekte tepkimeye giremeden etraftaki diğer hidrojenlerle çarpışıp duran fotonlara dönüşüveririz. Eninde sonunda içinde bulunduğumuz mekânın basıncı ve sıcaklığı sebebiyle tepkimeye gireceğiz, ama milyonlarca kez çarpışıp acı çekmek neden? Ne kadar çabuk kendimize ve özümüze dönersek, o kadar çabuk bu kaotik savaştan çıkıp yaradılış amacımıza uygun hareket edebiliriz. Bu tıpkı toprağın kilometrelerce altında yıllar boyu basınca maruz kalıp kralların tacına layık birer elmas olmaya benziyor. Eğer etrafınızı, tabiatı, evreni, kendinizi inceler ve doğru soruları sorarsanız emin olun ki cevaplar her yerde. Uzaydan gezegenimiz Dünya’nın derinliklerine kadar her yerde benzer savaşlar var ve hepsi bize aynı şeyi anlatıyorlar: Cefayı cefa olarak görme ve ham kalmamak için yaşadığın olayların seni dönüştürmesine izin ver.
Şimdi, makro boyuttan mikro boyuta algınızı çevirip -yani gezegenimiz Dünya’dan yalnızca kendi canlılığınıza ve bedeninize doğru- bu fotonlara bir de şu gözle bakmanızı istiyorum: Bizim tenimize değip bize D vitamini olurlarken, bize “can” olurlarken ne kadar büyük savaşlardan gelmiş oluyorlar, bir düşünün. Ailelerimizin, öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın, dostlarımızın olduğu kadar bu Güneş ışınlarının da üzerimizde birçok emeği var. Ve bizler bu emeklere nankörlük edemeyiz. Tek bir foton için bile savaşmak, yaşamak, sağlıklı bir zihinle var olmak zorundayız. Yaşamak sadece yemek yiyip, üremek ve sosyalleşmek adı altında insanların hayatlarını çekiştirip dedikodularını yapmak değil; tabii bence. Yaşamak, iliklerine kadar hissetmekle ilgili. Her şeyi hissetmek… Etrafımızdaki insanların acılarını, mutluluklarını; kendi hatalarımızı, kendi güzelliklerimizi, tenimize değen su damlacıklarını, gözümüze ilişen rengârenk tabiatı, öğrenme aşkını -yani her şeyi gönülle öğrenmeyi- idrak ederek hissetmek… Bu koca evreni bir öğrenme alanı olarak görüp sürekli öğrenmeye, bilimi anlamaya, kendi duygularımızı ve eksikliklerimizi keşfetmeye ben “yaşamak” diyorum.
Fotonun yolculuğu kadar yağmur damlalarının yolculukları, hatta ağzınızdan çıkan kelimelerin beyindeki yolculukları da inanın bana heyecan verici ve serüvenle dolu. Dolayısıyla bunların hepsinin hakkını vererek yaşamak lazım. Örneğin öyle güzel sözler sarf edin ki beyniniz “Ben bu saçma muhabbet için mi bu kadar yoruluyorum?” demesin. Belki daha sonra, oksijenin Dünya’daki serüvenine ve maceralarına da bir göz atıp evrimdeki yerine değiniriz. O zamana kadar şunu söylemek istiyorum ki: Lütfen oksijen israfı olmayalım.
Düşünmek, hissetmek, yaşamak, merak etmek, sormak, bilmiyorum demek, kendimizi ve bilimin sınırlarını keşfetmek belki de üzerimizdeki bu emeklere verebileceğimiz en güzel yanıttır kim bilir…
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Güneş Işığı Bir Zaman Yolcusu Olabilir Mi?