Etik Eğitimi

Etik eğitiminin, eğitim sistemindeki yerini belirlemek için, öncelikle sisteme  sürecin bütün aşamalarını kapsayan bütünsellikle bakmak gerekmektedir. Başka bir deyişle konulara bölük  pörçük yaklaşmanın  kazanımdan daha çok kargaşa yarattığı, yaşayarak tanık olduğumuz, olguları aşmayı hedeflememiz gerekmektedir.
Yaklaşık çeyrek asırdan beri, Türkiye’de din ve ahlâk dersi adı altında ahlâk  eğitimi yaptınlıyor, her sabah önemli kabul edilen değerler gelişme çağındaki çocuklara ant olarak içirilip, şartlandırmayla, yeni nesiller şekillendirilerek, bir kalıba dökülmeye çalışılıyor. Eğitim, kimlik-kişilik sahibi, özerk, özgürleşnıiş kuşaklar yetiştirme amacından saptınlarak, düşünme, sorgulama, değerlendirip senteze varma yetisi köreltilmiş, verilenle yetinen, sistemle uyumlu nesiller türetme ekseninde programlanmış ve uygulamaya konmuştur. Ama geriye dönüp bakıldığında, her türlü ahlâksızlığın, soygun, yağma, talan ve sömürünün ekonomi politikasının omurgasını oluşturması, bunun sonucu yozlaşmanın ülke tarihinde görülmemiş boyutlara ulaşması da bu döneme rastlıyor. Bu dönemin özelliği Türkiye’nin, baskı ve zorla, bir an önce kapitalist sistemle bütünleşmeye, küreselleşen yeni dünya düzeninde yer almaya çalışmasıdır. Kapitalizm kendi ahlâk kurallarını da, doğal olarak, beraberinde getirmektedir. Kapitalist ahlâkın temel kuralı kârı artıracak her yöntemin kullanılmasının hak olduğudur. Onun için bu sistemin ahlâk anlayışı, çifte standart diye dile getirilerek gerçek anlamı gizlenmeye çalışılan, ikiyüzlülük, çıkarcılık, utanmazlık kısaca erdemsizliktir.

Sistem Türkiye’de kurumsallaşmaya başlamıştır.

Eğitimin önemini ve eğitimden beklentileri dile getiren “Her şeyin başı eğitim” söylemi, ama nasıl bir eğitim sorusunu yanıtlayacak pozitif bir içerik belirtmemekle birlikte, eğitimin başat önemini vurgulayan, sık kullanılan, dilimize yerleşmiş bir deyimdir. Üzerine böylesine vurgu yapılan eğitirrıi, genelde yaklaşrldığı gibi, dünyadaki gelişmelere göre yenilenmesi gereken bir program sorunu olarak ele almak yeterli olacak mıdır? Eğitimi toplumun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik yapısından, siyasetten, siyaseti belirleyen egemen ideolojiden bağımsız olarak ele alabilir miyiz? Kısaca ifade etmek gerekirse eğitim; topluma egemen düşüncenin beklentileri doğrultusunda şekillenmektedir. Bilindiği gibi egemen düşünce yönetime egemen olan sınıfın düşüncesidir. Toplumda üretim araçlarını elinde bulunduranlar aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurmaktadır. Bu doğrultuda egemen güçler gereksinim duyduğu konuyu ve konuya uygun insan tipini de toplumun gereksinimleri olarak sunmakta ve kabul ettirmektedir.

1 -Genel Yaklaşım

TMMOB yıllardan beri bilim ve teknoloji üretimine yönelik eğitim programlarını savunuyor, sistem buna yanıt olarak, üretime yönelik eleman yerine, piyasa koşullarına yönelik satış ve tanıtma elemanlarından yana tercihini ortaya koyuyor.
Eğitimin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel bağlarını daha iyi tanımlayabilmek, onu düşüncede daha iyi boyutlandırıp netleştirmek, dolayısıyla eğitim politikalarına netlik ve derinlik kazandırmak amacıyla bazı alıntılar sunuyoruz.

22 – 24 Ekim 1999 tarihinde, TMMOB adına, Makina Mühendisleri Odası tarafından düzenlenen Eğitim Sempozyumu’nda, üniversite öncesi eğitim konusunda görüşlerine başvurulan, özel bir lisenin rehber öğretmeni Ahmet Yardibi bulgulannı şöyle özetliyor.

“12 yıldan beri üniversitede öğrenim görebilme çabasındaki, sayıları binlerle ifade edilebilen, öğrencilere uygulamalarım arasında “mesleki kişilik envanteri’ araştırması da bulunmaktadır. Öğrencinin yeteneklerine, ilgilerine ve kişilik özelliklerine uygun bir alana yönelmesine yardımcı olmak amacı güden bu envanterde; başarma güdüsü, içe dönüklük, dışa dönüklük, liderlik, uyumsuzluk, başkalarına yardım etme, bilimsellik, kendini eleştirme, düzenlilik ve sebat konusunda, (10 ayrı kişilik konusu) kendilerini değerlendirmeleri istenmektedir. ..

Bütün uygulamamın sonuçları:

Eğitim ve öğretimimiz, başarının kolay ve zahmetsiz elde edildiği, çok okumadan, etrafında olup bitene aldırmadan, planlı ve düzenli yaşamdan uzak, amaçlarını net belirleyememiş bireyler şekline dönüşmelerini sağlamaktadır ve milli eğitimin temel felsefesinden ne denli uzak olduğumuzun göstergesidir. 12 Eylül sonrası “başarıya giden her yolun mubah sayılması’ görüşü toplumumuza yerleştikten sonra, öğrenmeye hazır, alıcıları açık ve duyarlı bir kitle olan, ilk öğretimdeki, orta öğretimdeki ve yüksek öğretimdeki öğrencilerin bu olumsuz görüşten etkilenmemeleri imkansızdır. Şu andaki öğrencilerin yeterince çalışmadan, kolay başarıya ulaşma arzularının bu görüşten kaynaklandığı kanaatindeyim. Toplumun bütün kurumsal dokusuna zarar veren bu görüşün en fazla olumsuz etkilerini eğitim ve öğretim kurumlarında görmemiz hiç şaşırtıcı olmamalıdır. Öğretimdeki kademelerin, bir üst öğretim kademesine öğrencileri hazırlamak gerekmektedir. Ancak şu anki ortamda bunun mümkün olması oldukça zordur. Nedeni; sadece ölçme aracı olması gereken sınavlar eğitim ve öğretimimizin amacı haline dönüşmüştür. Ayrıca her kademedeki müfredatların biraz gelişmişinin bir üst sınıfta tekrar etmesi, öğrencinin yeni şeyler öğrenmemesi, tekrarlarla geçen öğretim hayatı üst kademelerde araştırmadan uzak, öğretimden bıkmış bireyler olmalarına neden olmaktadır. Müfredatların hafifletilmesi ve her yeni öğretim yılının yeni öğretim konularından oluşması, küçük yaşta öğrencileri sınava hazırlamak yerine araştıran, okuyan, planlı ve düzenli çalışma alışkanlığı kazanmış, öğrenmeye istekli hale getirmenin gerekliliği, resim, müzik, beden eğitimi gibi derslerin sürelerinin arttırılıp, böylece sabahtan akşama hep öğrenen, eğlenme ve dinlenmeye zaman ayrılmamış bıkkınlık oluşturan bir program yerine, programın, öğrenci için cazıp hale getirilmesi ve öğrencinin okula severek gelmesi sağlanmalıdır” Daha genelde bir değerlendirme yapmak için; Ray Billington, “Felsefeyi Yaşamak” adlı eserinde Etik ve Eğitim bölümünde, felsefecilerin eğitim birliği felsefesi üzerinde geniş kapsamlı tartışmalanndan bahsettikten sonra, esas meselenin eğitimin ne olduğunu, bunun hem öğreten, hem de öğrenen için ne anlama geldiğini ele almak gerektiğine dikkati çekiyor. Eğitimi educare ve educere olarak iki anlamda değerlendiriyor ve şöyle eleştiriyor: “Eğitime educare yaklaşım öğrencileri hali hazırda mevcut sisteme alıştırmayı tasarlayan bir yaklaşım ve belge vermek suretiyle bir vasfın kazanıldığının yazılı onayı müfredatın olmazsa olmaz bir koşulu haline gelmiştir. Öğrenciler bu değerli kağıt parçasını kazanmak için onları oldukça sıkan konuları çalışırlar ve konu içindeki belli temalar, sırf sınav yapanların gözde konuları oldukları için ancak çalışılacaktır. Özellikle educare kaygısıyla deli gömleği giydirilmiş öğrenciler, yıllarını resmi öğrenim için harcarlar, böylelikle gömleği kolaylıkla giyebilecek bir kalıba dökülürler. Gömleğe bir çift de at gözlüğü iliştirilmiş olduğundan sonuçta öğrenci, bir biçimde kendisi için seçilmiş olanı ya da payına düşen rolü parçalayamadıkça, bir dolap beygiri gibi çalışır hale gelecektir”65 Buna karşın yazar “educere’ eğitim için şu görüşleri dile getiriyor. “Educere ilkesine göre yürütülen eğitim, sonuç olarak, ilk başta bir yetkinleştirme; öğrencilerin hem dünyayı hem de kendisini keşfe izin verme; herhangi bir pragmatik nedenle değil (bunların toplum için ve sonuçta toplumun bir öğesi olarak kendisi içi faydalı olacağından, tesadüfen bu doğru olsa bile), kişi olarak bu fikirleri ve becerileri ilişkin olarak değerli olduklarından fikirleri izlemek ve becerileri geliştirmek olarak görülecektir…

Kısaca söyleyecek olursak, eğitimde egemen anlayış olarak educere alındığında, eğitimin başta gelen amacı özel alanda uzmanlar yetiştirmek değil, kişisel özerklik olacaktır. Bu görüşe göre, bir kişinin bir dıplomayı herkese gösterebildiği için eğitilmiş olduğunu düşünmek – akıl hastanesinden taburcu olduğuna ilişkin raporu var diye sağlam olduğunu iddia etmek kadar- saçmadır”. Yazar daha sonra (bir arkadaşına atfen), eleştirdiği eğitimin sonucu konusunda, şu örneği veriyor. “Mühendislik eğitimi almış bir çok insan bir fabrikaya adına eklenmiş etkileyici vasıflarla girer, ama böylesi bir endüstride kaçınılmaz olan değişim sürecine uyum göstermekte aciz kalır” 66
Doğan Cüceloğlu, Üniversitelerde Bilim, Teknoloji ve Toplum Kürsüleri başlıklı ve “Mühendislik Öğretimi, teknoloji tarihi ve bilim sosyoloji ile birleşiyor” alt başlıklı kısa yazısında şu bilgileri veriyor. “Mühendislik ve teknoloji alanındaki ilerlemeleri salt teknik gelişmelerle açıklayabilir miyiz? Bir çok mühendis bu soruya evet cevabı verirken, yeni gelişmekte olan bir bilim dalı önemli bulgular elde etmektedir. Bilim, teknoloji ve toplum adı verilen yeni kürsüler belli başlı üniversitelerin mühendislik okullarında açılmaya başlandı. Öğrencilerin mezun olmaları için almaları gereken derslerin %10’u teknoloji tarihi, teknolojik gelişmelerin sosyolojik koşulları ve siyasal gücü elinde bulunduran yöneticilerin izledikleri politikaların teknolojiyi nasıl geliştirdiği ya da engellediğini inceleten kurslar açılıyor…” Prof W. G. Vicenti, yapılan mühendislik keşiflerinin ve teknolojik hamlelerin, belirli bir sosyal ve politik ortam içinde oluştuğunu ve bu ortamı anlamadan yapılan keşiflerin anlaşılamayacağını söyledi. Ona göre mühendislik sosyal bir girişimdir ve tesadüflere bağlı olarak değil, iyi düzenlenmiş sosyal koşullar altında canlanıp ürün veren ağaca benzer. Pensilvanya Üniversitesi’nde bilim ve sosyoloji okutan Prof T. P. Hughes, çağımızdaki mühendislerin çok kısıtlı bir çerçeve içinde, tek boyutlu olarak kendi mesleklerini gördükleri ve geniş kapsamlı tarihsel ve sosyolojik bir bakış tarzının anlaşılmasının zamanının geldiğini belirtiyor. Mühendislik tarihi şimdiye kadar, keşif yapan kişilerin katalogu olarak anlaşılırdı ve onların resimlerini ve yaptıkları keşifleri sıralamakla görev yerine getirilmiş olurdu. Bilim Sosyolojisi gerçeğin çok farklı olduğunu göstermekte, her insan davranışının toplum, kültür ve siyasetle sıkı sıkıya ilişki içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Teknolojik keşfe bir süreç olarak bakan dar açıdan kurtulup, olayların bir birini etkilediği tümcü açıdan bakmanın zamanı geldi. Tarihin belirli devrelerinde önemli teknolojik adımlar atan, daha sonra teknolojik yönden duraklayan ulusların durumları yakından incelendiğinde, teknolojik keşiflerin, esasında sosyal bir süreç olduğu açıkça görülür. Aynı üniversitede öğretim görevlisi Prof Dr. R. Roy’ a göre mühendisler istesin ya da istemesin, eninde sonunda mühendisliğin sosyal bir olay olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Bu nedenle, mühendislik okulundaki öğrencilere şimdiden teknoloji dersleri ve bilim sosyolojisi dersleri
aldırmakta yarar vardır”. Bilim ve Teknoloji, TMMOB olarak, toplumsal gelişme ve kalkınma açısından, üzerinde önemle durduğumuz bir konudur. Bilim ve teknolojide gelişmenin koşulları, eğitimin hem kapsar, hem de
kapsayanı olan kültürel gelişmeye bağlı olmaktadır. Aşağıda, konunun önemini anlatan, bir alıntı sunuyoruz. Alıntıda ortaya konan gerçekler, mühendis ve mimarların düşünce ve eylem boyutlarının mesleki konularla
sınırlanmaması gereğini de ortaya koymaktadır.

TÜBİTAK tarafından düzenlenen III. Teknoloji Kongresi’nde bir tebliğ sunan Şafak Ural konunun önemine değindikten sonra şu görüşlere yer veriyor:

“Bu sebeple her toplum, teknoloji konusunda bir takım başarılar elde etmek durumundadır. Fakat bu alanda başarılı olabilmenin önemli bir şartı, teknoloji üretebilmenin dışında, doğrudan bu kavramın içeriğiyle de ilgilidir. Hatta teknolojik başarılar, öncelikle bu kavramın içeriğinin açık olarak kavranabilmesine bağlıdır. Eğer toplumda ve bireylerde, sadece bu kavram hakkında değil, bu kavramın günümüzde hızla değişen
anlamı hakkında yeterli bir bilgi ve bilinç yoksa, teknolojinin o toplumda istenilen seviyeye ulaştırılması da söz konusu olamaz. Teknik, insanın doğal denilebilecek becerilerine işaret eder; halbuki teknolojinin, bilimlerle, kültürle ve dolayısıyla değerlerle yakın ilişkisi olduğunu düşünce tarihi bize göstermektedir…

Toplumsal yapıdaki, yani sosyal yapı, toplumsal kurumlar, hukuk sistemi, ekonomik sistem ve devletler arası ilişkilerdeki değişim, dolayısıyla kültürel ve değer ile teknolojik gelişmeler arasında tam anlamıyla karşılıklı bir ilişki, bir etkileşim söz konusudur. Teknoloji toplumsal dokuyu, toplumsal dokuda teknolojiyi etkilemektedir. Burada altı önemle çizilmesi gereken nokta, etkinin tek yönlü olmamasıdır…
Kültürel birikim, hiç şüphesiz teknoloji kurmaktan daha çok zamana ihtiyaç gösterir. Tarihi gelişim bize, kültürel birikimin ekonomik, siyasi ve sosyal yapı ile eğitimle yakın ilgi içinde olduğunu ve ancak uzun bir zaman aralığı içinde oluşabildiğini göstermektedir.

Kültürel arka planın ihmal edilmesiyle ulaşılacak teknolojik seviye, o toplumda her şeyden önce hiç umulmadık olumsuz sonuçlara sebep olabilir. Bu şartlar altında teknolojik imkanlar ve onların günlük yaşantımızda bolca kullandığımız sonuçları, toplumu ve dolayısıyla bireyleri, işin kolayına kaçma, sistemsiz ve disiplinsiz olma, eğlence düşkünü, taklitçi olma gibi alışkanlıklara itebilir”

2. Toplumsal Koşullarımız

Mühendis ve mimarlar toplumdan kopuk, kendi dünyalarında bağımsız yaşayan bir kesim değildir. Toplumda yaşanan tüm olumlu ve olumsuz gelişmeler, onları da birebir, doğrudan, etkilemektedir. Sahip oldukları kimliklerle, kendi bünyelerinde ve çevrelerin de, yoğun toplumsal – kültürel ilişki içindedirler. Toplumda pek çok role sahip toplumsal birer kişiliktir. Ayrıca varlık nedenleri, doğayı, insanlık yararına değiştirmek için üretimi nicel nitel olarak geliştirmektir ki, bu da insanlar arası ilişkilerin anlam ve boyutunu daha da artırmaktadır. Bu ilişkiler ağında, yaşamın tüm alanlarında insanların tutum, davranış, eylem ve kararlarında belirleyici konumda olan etik ve ahlâki değer yargılandır. Etik, tarihi toplumsal ve dinamik bir süreçtir. Etik ve ahlâki değer yargılan, hiç kimsenin dışında ve tarafsız kalamayacağı, tarafsızlığın dahi belirleyici düzeyde taraf olduğu değerler bütünüdür. Etiği, toplumun sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, hukuk vb. değerler bütünü dışında ve onlardan bağımsız, ayrı bir statü veya kategori olarak ele almak mümkün değildir. Tüten
Anğög etik konusunda şöyle demektedir; “etik bir felsefe disiplini olarak sadece “olması gerek’ gibi dar bir alanın bilgisi olmaktan çoktan çıkmıştır. Günümüzde etik, toplumsal ve bireysel her türlü tercihlerimizin, kararlarımızın, eylemlerimizin, tavır takınmalarımızın ve onları belirleyen ilkelerin, değerlerin bilgisi olarak yaşamın ta içinde yer almaktadır”. Bu açıdan biz konuya, etik eğitimi yerine etik değerlere dayalı eğitim olarak
yaklaşmak istiyoruz. Etik ilişkilerin temelinde, insanın sosyalleşme veya toplumsallaşma sürecinde kişilik kazanıp çevreye uyum sağlayan tutum ve davranışları yatmaktadır. Gerçekte etik eğitiminin verildiği en önemli alan da bireyin içinde yaşadığı sosyal kültürel ortam olmaktadır. Türkiye’de egemen ideolojinin oluşturduğu sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel yapı ve bu yapı içinde geçerli kılınan değerler, anlayış kalıpları, tutum ve davranışlar sonucu, yozlaşma tüm kurumları etkisi altına almış dolayısıyla ahlâki değerleri yaşatacak ortam bozulmuştur. Böylesi bir ortamda, etik ve ahlâki değer yargılarının toplumda değer kazanması için, güçlü
kirleticilere karşı, sadece etik derslerinin programlanması, yararlı olmakla birlikte, yeterli olmayacaktır. Eğitim sistemi için yeni öneriler geliştirirken toplumsal yapırrıızın konumuzla doğrudan bağlantılı belirgin özelliklerini, hatırlatmanın veya bellek yenileme amacıyla, kısaca aktarmanın yararlı olacağı kanısındayız. TODAİ Eğitim elemanlannca verilen, “Kamuda Çağdaş Yönetim ve Uygulama Semineri”nde dağıtılan
“Türk İnsanının Psiko- Sosyal ve Kültürel Genel Özellikleri” başlıklı bilgi formu toplumda geçerli değer yargılannı şöyle açıklıyor (İçinde yorum ve açıklamaları da içeren bu metin ana başlıklarıyla ve özetlenerek sunulmaktadır):
° İnsanımız, kahramanlıklarıyla, savaşlarıyla, destanlarıyla, menkıbeleriyle ve efsaneleriyle öğünür.

° Kuralcı, şekilci, gösterişçi. Biçimsel ve törensel şeylere önem verir, fakiri bile lüks, gösteriş ve şöhret yarışındadır.

° Oyuna ve eğlenceye düşkündür. Tatillerinde bile zamanını oyun oynayarakgeçirir.

° Boş zamanlarını kahvelerde geçirir, ne sohbet eder ne de kitap okur.

° Hemşehricidir, düğün törenlerine bağlıdır, borç alıp şatafatlı düğün yapar.

° Muhafazakârdır, gelenekçi, milliyetçidir.

° Dedikoduyu sever, dedikodu yayınları çok izlenir. Kavgacıdır, kavgayı ve çatışmayı sever. Torpil yaygındır, torpilsiz (adamsız) iş yapılmaz.

° Güvensizlik hakimdir, devlet vatandaşa, amir memura, işveren işçiye güvenmez.

° Onun için her şey mevzuatta önerilmiştir.

° Okumayı fazla sevmez, dünyada en az okuyan milletlerden biridir. Çalışkan değildir, zaman öldürmeyi sever.
° Söz namustur der ama pek fazla tutmaz, söz verir sözünde durmaz. Özellikle randevusuna sadık değildir. “15 dakikalık gecikme Türk Standardı” denir. Toplantılar saat 14 ‘te denir, ama saat 14 ‘ten sonra gelmeye başlanır ve toplantı 14.30’da başlar.
° 1srarcı ve yemincidir, her sözün başı yemindir, yemine inanılır, inandırmak için yemin edilir inanmak için yemin ettirilir.

° Her şeyi bilir, her işi yapar. “Ben yaparım ağabey” der, “Her şeyi yaparım ağabey” der ama doğru dürüst bir iş yapmaz.

° Herkes kendini Başbakan görür. “Başbakan olsam bir ayda Türkiye’yi düzeltirim” der. Ama kendi işini iyi bilmez iyi yapmaz.

° Birey olarak çekingen, grup olarak cesurdur. Tek kişi tepki göstermez ama 3-5 kişi ordu gibidir.

° Asker milletiz der, üniformadan hoşlanır.

° Namus kutsaldır, fakat namus dürüst davranış demek değildir. Namus cinsellikle ilgilidir.

° Kıskançtır. Amir memurunu, üst astını, büyükten küçüğe, arkadaştan eşe kıskançlık her alanda kendini gösterir.

° Kendine has bir trafik kültürü vardır. Kendi kuralını kendi yaratır.

° Sporu sever spor yapmaz. Büyük takım tutmayı büyüklük sayar.

° Komşuluk ilişkilerinde sohbetler genelde haremlik- selamlıktır. Osman Özsoym, toplumsal davranış olarak (hoşgörü açısından) “Türk halkı daha tahammülsüz hale geliyor” görüşünde olanların oranının, değişik katagorik gruplarda alt ve üst sınır olarak, %707 – %87.5 olduğunu belirtiyor. Türkiye’de seçmenlerin, %803 gibi büyük çoğunluğu, siyasi partilerde dürüstlüğe önem verdiğini kaydetmektedir. Buna karşın tablolar incelendiğinde seçmenlerin en az %60 oranında dürüst olduğunu ileri sürdükleri partilerin, yolsuzluklara en çok bulaşmış yöneticilerin bulunduğu partiler olduğu görülmektedir.
Türkiye, tarihin köprüsü üzerinde dillerin, dinlerin, değişik kültürlerin karşılıklı etkileşimiyle olgunlaşıp, zenginleştiği tarihi-kültürel bir mirasa sahiptir. Bu kültürel zenginliğe karşın egemen ideoloji tek dilli, tek dinli, Türk ve İslam olmanın gerek ve yeter şart olduğu kültürel bir yapı oluşturulmak istiyor ve toplumsal bilinç ve değerler bu ideoloji doğrultusunda yerleştirilmeye çalışılıyor. Yine bu amaçla, gelenek-görenek adı altında bazı alışkanlık ve feodal davranışlar tabu olarak yaşatılmaya çalışılıyor. Hukuk devleti yerine yasa devleti öne çıkıyor. Yasalar demokratik hakları güvenceye alma yerine yönetimin baskısını her alanda egemen kılmayı amaçlıyor. Yasalar karşısında eşitlik ilkesi, kişilerin siyasi, ideolojik kimlik ve edinilmiş statülerine bağlı olarak kaldırılabiliyor. Güven ortamı bozulmuş, özgürlüklerin kötüye kullanılacağı kanısı yaygın paranoya halinde. Toplumu yönetmek değil gütmek istenmektedir. O. Özsoy”

Türkiye’de yönetimin giderek daha baskıcı hale geldiği görüşünü savunanların oranının, kategoriler arasında alt ve üst sınırlarını, %71.6 – %87.7 olarak veriyor. Bu günkü ekonomik koşullarda ve enflasyon oranlarında, kamu çalışanlarının ve asgari ücretlilerin ücretleri hangi etik ve ahlâki değer yargıları içinde belirlenmektedir? Diğer bir deyişle, yaşanan koşul ve şartlarda belirlenen ücretler hangi etik ve ahlâki değerlerin geçerli kılınmasına hizmet etmektedir? Bireysel çıkarlann toplumsal çıkarın üstünde tutulduğu günümüzde amaç-araç ilişkileri kirletilmekte, amaca ulaşmak için her türlü kirli araç kullanılmaktadır. Bireysel boyutta gelişen kiralık katillik toplumsal boyuta sıçrama tehlikesini taşımaktadır. Kurumsallaşan toplumsal yapımızın alt sınırdaki göstergeleri bunlardır. Kişiler çoğunlukla içinde yaşadıkları toplum ve kültürün değerlerini benimseyerek ya da zorlanarak tercihlerinde ölçü olarak kullanırlar. Oluşturulan böylesi bir toplumsal yapıyı ünlü sosyal bilimci C.W. Millsn, demokratik toplumun anti tezi anlamında, kitle toplumu olarak tanımlıyor ve kitle toplumunda yaşayan insanların, genellikle, kendi sorunlarının toplumsal sorun olduğunu kavrayamadıklannı belirtiyor. Toplumumuz yozlaşmanın her alana yayıldığı, insanın değersizleştiği, insani ilişkilerde etik ve ahlâki değer yargılannın dibe vurduğu bir süreçten geçiyor. Rüşvet, suistimal, nüfuz ticareti vb yolsuzluklar kurumsal bir yapıya dönüşmüştür.

Bu koşullarda herkes kimsenin kaçıp kurtulamayacağı etik bir sorumlulukla karşı karşıya bulunmaktadır.
Eğitimin hedefi bu yapıyı veya statükoyu korumaya mı, yoksa değiştirmeye yönelik olmalıdır? Eğitilmiş insanın, özelde mühendis- mimarın, hedefi böylesi bir yapıya uyum sağlamaya mı, yoksa onu özgürlükleri koruyan, demokratik – dinamik bir yapıya dönüştürmeye mi yönelik olmalıdır?
3. Eğitimin Amacı

Ana başlıklar altında kısaca özetlemek gerekirse; öğrenme insanlar arası ilişkiler bütünüdür. Toplumsal pratik içerisinde aile, yakın çevre, okul, iş yeri özetle insan ilişkilerinin olduğu her alan, tüm olumlu ve olumsuzluklarıyla öğretme – öğrenme alanıdır. Eğitim ise öğrenme sürecini belli bir ereğe göre sistematik bir yapıya kavuşturma işidir. Toplumun sosyal, ekonomik, kültürel ve tüm alanlarda gelişmesine katkı koyacak eğitilmiş insan gücü yetiştirmeyi hedefleyen eğitim sistemi özgürleştirici nitelikte olmalıdır.

C. W. Mills, Toplumbilimsel Düşün adlı yapıtında, özgürleştirici eğitimi şöyle tanımlıyor.

“Özgürleştirici bir eğitimin amacı, açıkçası, kendi kendini eğitmesini, kendi kendini bilgi ve kültürle zenginleştirmesini bilen insanlar, kısacası, özgür ve rasyonel insanlar yetiştirmek olmalıdır”.
Eğitilmiş kişi kendisine verilenle yetinmeyip, olay ve olguları kuşkucu, sorgulayıcı bir yaklaşımla
değerlendirebilmelidir. Etik eğitimli kişinin meslek alanlarıyla toplumsal sorumluluk arasındaki bağı
kurmasında önemli bir yere sahiptir.

Bu çerçevede etik eğitimin amacı; eğitim gören kişilere yaşamın her alanında insani değerlere saygılı, onları koruyup geliştirmeyi yaşam felsefesi kabul edebilecek düzeyde ahlâki olgunluğa erişmiş, toplumsal, kurumsal ilişkilerde içinde bulunduğu ortamın değerlerini sorgulama, gerektiğinde baskı unsuru durumuna gelen tabu ve geleneksel alışkanlıklarla çatışmadan kaçınmayacak özerk, iradesine sahip kişilik kazandırmaktır.

4. Eğitimde Öğrenci – Öğretmen İlişkisi

Etik eğitirrıinde başarının ön koşulu (aslında eğitimin temel koşulu) öğrenci – öğretmen arasında etik ilişkinin sağlıklı kurulmasıdır. Eğitim alanında zaman zaman bazı öğelerin, ekipmanların, insan ilişkilerinin önüne çıkarılarak özne konumuna getirildiğine tanık oluyoruz. Eğitimin öznesi insan, yüklemi insan eylemleridir ve iki temel öğeyi birlikte dile getirir. Bunlardan biri öğrenme amacındaki-öğrenci; ikincisi ise öğreten konumundaki – öğretmendir.

Bu ikili, eğitimin düzeyi ve, kademesi, zamanı ve mekanı ne olursa olsun, eğitimin değişmez elemanlandır.

Eğitim, düşünme ve ifadeetme yetisine sahip bu ikilinin karşılıklı ilişkilerini anlatan, etik ilişkiler, üzerinde temellenir. Öğretmen öğrenci arasında var olan kurumsal ilişkinin ötesinde ve önünde asıl belirleyici olanda etik ilişkilerdir. Eğitim alanında bunların dışında kalanlar eğitimin parametreleridir. Öğrenme veya öğrencilik süresi insan yaşamıyla sınırlı olmasına karşılık, öğretmenlik insan yaşamıyla sınırlı kalmamaktadır. Binlerce yıl önce üretilen bilgiler, üretenin ismiyle kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Öğretmenin varlık nedeni öğrencidir. Bu nedenle sorumluluğun ağırlığı, bilgi aktarımından örnek oluşturmaya, yol ve yöntem göstermeye kadar, öğretmen üzerinde bulunmaktadır.
C. W. Mills, Öğretmenlik konusunda şunları söylüyor.
“Öğretmenlik yapanın sorumluluğu daha da ağırdır. Bir noktaya kadar, denebilirki, öğrenci tutsak edilmiş bir dinleyicidir; bir noktaya kadar, öğretmenin anlatacaklarına bağımlıdır; öğretmen öğrenci için bir model olma durumundadır. Onun görevi, kendini yetiştirmiş düzenli bir ‘kafanın’ nasıl düşündüğünü ve değerlendirdiğini elinden geldiğince canlı bir biçimde göstermektir. Öğretmenlik sanatı, çok büyük oranda, yüksek sesle, ama anlaşılır, akla uygun biçimde düşünme sanatıdır. Kitapta kişi kendi düşüncelerinin vardığı sonuçlara okuyucularını inandırmaya ve ikna etmeye çalışır; derslikte ise öğretmen olarak insanın nasıl düşünmesi gerektiğini, doğru ve güzel düşünebilmenin insana ne denli yüce mutluluk verebileceğini göstermekle görevlidir. Bu nedenle, bence, öğretmenin varsayımlarını, soruna ilişkin olguları, yöntemleri ve yargıları açıkça ortaya koyup bunları görülür kılması gerektir. Öğretmen olarak hiçbir şeyi desteklememesi gerekir; kendi tercihini ortaya koymadan önce, sorunlarla ilgili tüm moral seçenekleri bütün açıklığı ile ortaya koyması; kendi tercihini belirttiği her seferinde bunu da yapmaktan kaçınmaması gerekir”.

R. Billington bu konuda şu görüşü dile getiriyor. “Bu yüzden iyi öğretmenlik, konuya ilişkin bilgiden öte şeyler gerektirir; bu bilgiye, öğretileceklere duyulan sempatide eklenmelidir ve onların da öğretmen kadar, eğitim sürecinde, hakları olduğu unutulmamalıdır”.
Yazar öğrenci – öğretmen ilişkisini şöyle tanımlıyor:
“Görevleriyle ilgili bu yaklaşımı (educere) benimsemiş öğretmenin rolü pedagogdan çok bir kaynak, bilgiyi verenden çok keşif sürecindeki bir teşvikçi, bir `söyleyen’ den çok bir ‘söyleten’ dir. Aslında, bu felsefede, öğretmen ile öğrenci, Bir bölmenin iki tarafında duran insanlar olmak yerine ortak bir girişimin partnerleridir. Öğrenci, fikirleri yalnızca başka bir kişinin otoritesi temelinde kabul etmek yerine, kendi
başına düşünmeye, hatta öğretmenden farklı düşünmeye teşvik edecektir. Bu zaman zaman, öğrencinin hataları sayesinde öğrenmek zorunda bırakılması anlamına gelebilir”.

5. Etik Eğitimi, Görüş ve Öneriler

Etik eğitirrıi konusunda öğretmen – öğrenci arasındaki etik ilişkilerin çok önemli yer tuttuğunun altını bir kez daha çiziyoruz. Ülkemizde eğitim konusuna kategorik yaklaşma eğilirrıi güçlü olarak ortaya çıkmaktadır. Eğitim öncelikle, üniversite öncesi eğitim ve üniversite eğitimleri, daha sonra da bunlar kendi içlerinde neredeyse birbirinden bağımsız kategorilere aynlmaktadır. Bu yaklaşım eğitimin diyalektik bütünlüğünü bozmaktadır. Tabir
yerinde ise, üniversitelerin ana girdisi, ilk ve orta öğretimden gelen gençlerdir. Bir insanın kimlik ve kişiliğinin oluşmasındaki en önemli dönem (çocuğun toplumsallaşmasının) üniversite öncesi eğitim dönemidir. Universite eğititimindeki başarı üniversite eğitimi öncesi eğitimin niteliğiyle doğru orantılıdır. Daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi, tek tip insan yaratmayı, ya da tek kültürlü bir toplum yaratmayı amaçlayan egemenler, ideolojik olarak, Türk-İslam sentezini eğitim felsefesi olarak uygulamaya koymuşlardır. Bu ideoloji temelinde milli ve mukaddesatçı değerlerin yüceltilmesine ve şartlandırmaya dayalı eğitimin etik anlayışı *din ve ahlâk dersi’ uygulamasıdır. Etik yahut ahlâki değerleri Tanrı ve kul arasındaki ilişkiye indirgeyen, soyut bir ahlâk anlayışına dayalı, yirmi yılı aşkın süreden beri devam eden eğitimin sonuçları ortadadır.

Dr. K. Dinçmen bu konuyu şöyle değerlendirmektedir.

“Entelektüel düşünmenin dumura uğratılması amacıyla felsefe dersleri lüzumsuz, kültür ve genel olarak eğitim gereksiz sayılmış, ahlâk (dar – sığ) dinsel konulara sıkıştırılmış ve yerine ucuz pragmatik kör – topal bir öğretim yeterli olarak kabul edilmiştir”
Bu konuda R. Billington şöyle demektedir:

“Ahlâki bakımdan olgun insanlar üretmek açısından hiç arzu edilmeyen şey, belli bir değerler bütününün sabit bir çerçeveye sokularak ifadesi ve bu çerçevenin gelişen
genç insana bilinçli olarak dayatılmasıdır…

Bütün ahlâki açmazlara yanıt bulduğunu düşünen kişi, yeterince uzağı görememektedir, ahlâki meselelerin olduğu yerde, ancak olgunlaşmamış kişiler kendi yanıtlarının doğru, her türlü alternatif görüşün ise yanlış olduğuna inanırlar. Karanlıkta yaşadığı için göremeyen kaypak semender, kuşkusuz, konuşabilseydi güneş diye bir şeyin olmadığını iddia ederdi ve bunu bir ömür boyu edinmiş olduğu deneyimlerden yola çıkarak mutlak bir güvenle söylerdi. ”
Yazar genel olarak ahlâk eğitiminin dört görevi olduğunu belirterek şu görüşleri öne sürüyor:
1. Ahlâk kurallarına ilişkin önyargılı görüşlerin kalıntılarını temizlemek,
2. Çocukların ahlâk kuralları üzerinde var olan uzlaşmanın ayrımına varmalarını sağlamak,
3. Mevcut değerlere belli bir mesafeden bakmak ve çocuğun çok yakında olumlu bir rol oynayacağı dünyada, ortaya çıkacak değerleri kestirmek,
4. Farklı alt grupların töreleri arasında sorumlu tercihler, Etik eğitinıinde bireyin, ya da öğrencinin yönlendirilmesi yerine, onun kişiliğini, özerkliğini, özgürce geliştirmesine, kültürce zenginleşmesine olanak verecek programlar ön plana alınmalıdır. Genellikle ve her zaman savunulan özgür düşünceli, şüpheci ve sorgulayıcı kuşaklar yetiştirme eğitimin hedefi olmalı, bu bağlamda ahlâkı dinle özdeşleştiren, din ve ahlâk dersi uygulamalarına son verilmelidir.
Etik ve ahlâki değer yargılarının toplumsal yaşamda ve bireyler arası ilişkilerde, yaşamın her alanında geçerli kılınması için, onların içselleştirilip, dilde kavramlaşması gerekmektedir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, günlük yaşamda ve özellikle toplumsal sorunların çözümünde en çok düşünce ve bilinç üzerine vurgu yapılmaktadır. Buna karşılık düşünce ve bilincin dille olan diyalektik ve
kopmaz bağı göz ardı edilmektedir. Dil, düşünce ve bilincin somut göstergesidir, dil düşünceyi, düşünce dili, her ikisi bilinci geliştirir.Yabancı sözcüklerin ve dillerin baskısı altında dildeki gerileme bulanıklık
düşünceye de yansımakta, düşünce yeteneğini kısıtlamaktadır. Bu nedenle etik eğitimi konusunda, insanlar arası ilişkiyi geliştirecek, ahlâki olgunluğa erişecek düzeyde düşünce yetisi ve bilincin gelişmesi için,
bunların ön koşulu olan, dilin gelişip zenginleştirilmesi eğitim kapsamı içine alınmalıdır (bu, dil şovenizmi anlamında olmayıp, her dil için geçerli olan, evrensel kabuldür). Öğrencinin dilini her alanda, yazılı- sözlü,
yetkinlikle kullanabilme yetisi geliştirilmelidir.
Son zamanlarda, dünyadaki gelişmeler, teknik eğitimin sosyal bilimlerle desteklenmesinin gereğini ortaya koymaktadır. Bu görüş 22- 24 Ekim 1999 tarihlerinde İstanbul’da toplanan
Mühendislik Mimarlık Eğitim Sempozyumu’nda da (TMMOB adına düzenleyen Makina Mühendisleri Odası) ağırlıklı olarak dile getirilmiştir. Bu kapsamda etiğin ayrı bir ders olarak okutulması yerine, yeterli oranda, tarih, bilim ve teknoloji tarihi, sosyoloji, felsefe gibi dersler içinde yer almalıdır. Etik dersi, bir dönem okutulacak kredili ders niteliğinde görülmemeli, somut örneklendirmelere dayalı olarak öğrenim dönemine yaymanın yöntemleri bulunmaya çalışılmalıdır. Aynı şekilde, konunun kavranma ölçütü sınavla belirlenmemelidir. Başka bir deyişle etik, diploma alabilmek için birkaç puan gerektir  zorunlu bir ders düzeyine indirgenmemelidir.
Öğrenciden istenen staj raporu kapsamına etik konusu da alınmalıdır. Öğrenciden, staj yaptığı kuruluşlarda, bulundukları çevreyi etik ilişkiler açısından, eleştirel bir gözle, izlemesi istenmelidir.
Etik eğitinıinde TMMOB (veya bağlı birimleri) ve üniversite arasında işbirliğinin sürekliliği sağlanmalıdır.
Mesleki davranış ilkelerinin içselleştirilip benimsenmesi, aynı zamanda, meslek içi eğitim kapsamında da ele alınmalıdır. İnsanların eylemlerine yansıyan tutum ve davranışlarının, kısaca etik eğitimlerinin, temelinde sosyalleşme veya toplumsallaşma süreçlerindeki ilişlerinin yattığı, ayrıca toplumsallaşmanın kesintisiz bir süreç olarak yaşam boyu devam ettiği yadsınamayacak, bilimsel, bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle etik eğitirrıi meslek içi eğitim kapsamında, üyelerin toplumsallaşma ve kültür düzeylerini geliştirmeye yönelik programlar hazırlanması, en azından, düzenlenen meslek içi eğitim kurslarında etik ya da tutum, davranış ve
insanlar arası ilişkiler bir boyut olarak kursların bünyesine alınmalıdır. Bu uygulama önyargıların, gelenek göreneklerde yaşayan kimi tortuların, yabancılaşmanın ve yabancılaştırma çabalarının, benzer daha pek çok
olumsuzluğu tanımlayan yerleşik toplumsal bilincin kırılması yönünde önemli bir girişim olacaktır.