Binlerce reklam kirliliği arasından sıyrılabilen, yaratıcı iletişim yapan markalara saygım büyük olsa da, son zamanlarda reklam dünyasına karşı daha bir tedirgin durmaya başladım.
Herkes en iyi, en yeni, en paranın karşılığını veren, en eğlenceli, en kaliteli, en büyük, en size yakışan, en en en…
Bu suni dayatmalar işe yarıyor olmalı ki; bizler etkilenmeye devam ediyoruz, onlar da ısrara…
Banner’lar izin verirse web’de dolaşabilir duruma geldik. Sinemada film için 30 dakika beklemeye alışkınız artık. Ekranda reklam arası program seyretmeye, radyoda bağırış çağırışların arasında müzik dinlemeye çalışıyoruz.
Bakalım rüyalarımıza reklam pompalamayı beceren teknolojiyi ne zaman bulacağız…
Markaların, dolayısıyla reklamcıların derdi aynı. Bizlerin önce beyninde ufacık da olsa bir yer etmek, sonra da (eğer becerebilirlerse) yüreğimize konuşarak beynimizdeki yerlerini yönetmek ve büyütmek.
Yani bizden bir parçayı almak, kendilerine mal etmek. [Yazarken kulağıma bile kötü geldi bu!]
Reklamlarda gördüklerimiz, duyduklarımız bizim hayal dünyamız oluyor. O şampuanı kullanınca güzel kadın, o kıyafeti giyince seksi erkek oluyoruz. Aynaya bakma sakın; benim kıyafetlerimi giy, reklamlarda gördüğün manken gibi olduğunu hayal et, yeter. Oldu!]
İşin ilginç yanı, sonradan aynalar da doğruyu söylemez oluyor. Beynimiz gördüğünü de yönetmeye başlıyor. Başka insanlar olmaya başlıyoruz. Reklamlar bizi biz olmayan kişiliklere sokuyor. [Çünkü birileri – gerçekte bizim ihtiyacımız olmayan – ürünlerini satacak, pazar payını büyütecek, para kazanacak…]
Onlar hepbir ağızdan “n’olur beni seç” diye yalvarırken, ben de ben olmaktan çıkıyorum!
Tıpkı Tyler Durden’in Fight Club’da dediği gibi:
“Bizler tüketiciyiz. Bizler bu saplantılı yaşam tarzının yan ürünleriyiz. Cinayet, suç, yoksulluk… böyle şeyler beni ilgilendirmiyor. Beni magazin dergileri, 500 kanallı tv, iç çamaşırımın üzerindeki isimler, roganie, viagra, olestra ilgilendiriyor.”
“Reklamlar bizi arabaların ve giysilerin peşine düşürdü; ihtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz.
Biz tarihin üvey evlatlarıyız. Hayatta ne hedefimiz var, ne de yerimiz. Biz ne bir Büyük Savaş yaşıyoruz, ne de Büyük Buhran. Bizim savaşımız ruh dünyamızda; bizim büyük buhranımız, kendi hayatlarımız.
Televizyonla büyütüldük ve bir gün hepimiz milyonerler, film yıldızları veya rock yıldızları olacağına inandırıldık. Ama olmayacağız ve bu gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz ve feci şekilde asabımız bozulmuş durumda.”
“Sen; yaptığın iş değilsin. Bankada kaç paran olduğu da değilsin. Kullandığın araba değilsin, cüzdanındakiler değilsin, sıçtığımın uniforması da değilsin. Sen bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden zırvalığısın.”
“Sahip oldukların, sonunda sana sahip oluyor.”
Bunlar beni ben yapanlar değil. Olmamalı!
İşimiz zaten zor! Sürekli bir şeyleri seçmek durumunda kalıyoruz:
“Hayatı seç. Mesleğini seç. Kariyerini seç. Aileni seç. Kocaman sıçtığım bir televizyon seç. Otomatik çamaşır makinesini, arabanı, cd çalarını ve elektrikli konserve kutu açacağını seç. Sağlığını, düşük kollestrolü ve diş sigortanı seç. Sabit faizli mortgage ödeme planını seç. İlk evini seç. Arkadaşlarını seç. Rahat kıyafetlerini ve onlara uyan bavulunu seç. Sıçtığım farklı desenlerden yapılmış üç parçadan oluşan takım elbiseni seç. Bir pazar sabahı ne bok olduğunu düşünmeyi ve evde montaj yapmayı seç. Televizyonun karşısında koltuğunda oturup o salak programları seyrederken tıkınmayı seç. Sonunda da sefil bir evde yalnız başına çürüyüp gitmeyi ve yetiştirdiğin bencil gerzek veletlere yerini bırakırken, kendi altına etmeyi seç. Geleceğini seç. Hayatı seç.”
Neyi seçersek seçelim, öğrendiklerimizi yaşayabileceğimiz ikinci bir hayatı “seçme” şansımız ise olmayacak!
Başkalarının bize yakıştırdığı değil, kendi hayatımız. Şimdiden…
Yoksa bizler…
Hayal dünyamızı yönetmeye çalışanların dayattıkları seçimlerden ibaret miyiz?