Kendini gerçekleştirmek ve mutluluk algımız büyük oranda diğer türdaşlarımızla ilişkilerimize bağlı gibi görünüyor.
Kendin olmak, kendini gerçekleştirmek, otantik ve orijinal olmak…
Bu sözleri modern zamanlarda bolca duyar olduk ve çoğumuz tam olarak ne olduğunu bilmesek de bunların “olması gereken şeyler” olarak sınıflandırıldığı otomatik zihinsel kalıplara sahibiz. 1990’lardan beri piyasada olan çeşitli kişisel gelişim söylemleri de bu algımızda büyük pay sahibi olsa gerek. İnsan ne için yaşar ki? Elbette ki parmak izi gibi farklı olmak, kendini gerçekleştirmek, yapılmayanı yapmak, şu kısacık hayattan maksimum faydalanmak için değil mi?
Konuya biraz büyüteç tuttuğumuzda “otantik olma” meselesinin tam da zannettiğimiz gibi olmayabileceğini fark etmeye başlıyoruz. Scientific American Mind dergisinde yayınlanan bir derleme, bu konuda yapılmış araştırmaları özetleyerek bize “kendimiz olma tatminini yaşamak” için nelere ihtiyacımız olabileceğini bir kez daha hatırlatıyor.
Çoğu zaman “kendin olma” meselesi, modern ve bireyselleşen dünyada şöyle biraz bencilce, belki biraz çıkarcı bir anlama bürünebiliyor. Öyle ya, kendin olmak için biraz başına buyruk, kurallara daha az duyarlı, sınırları zorlayan, alışılmışın dışında işlere yeltenen ve ezberleri bozan birisi olmak gerekir. Yahut ilk bakışta bize öyle gelir. Halbuki “otantik benlik algısı” üzerine yapılan çalışmalar pek de böyle söylemiyor. Bir insanın kendini en tamam ve otantik hissettiği durumlar, genellikle tam olarak bir “primat davranışları uzmanının” tahmin edebileceği kıstaslara işaret ediyor. Tüm primatlar gibi insanlar da çok büyük olmayan gruplar halinde ve sıkı sosyal birliktelikler içinde yaşayan canlılardır. Bu sosyal birlikteliğin garanti altına alınması için dünyaya her yeni gelen bireyin tüm sosyal bağlantı kurallarını öğrenmesi ve uygulayabilmesine bel bağlamak, biyolojik açıdan pek riskli bir tercihtir. Bunun yerine, milyonlarca yıllık doğal seçilimin incelikli işleyişi, bu tip karmaşık sosyal davranışları “refleksler” olarak doğuştan dünyaya getirmemizi sağlar (o özelliklere sahip olmayan varyasyonlar zamanla başarısız olur ve elenir; böylece bu özelliklere sahip olanlar seçilir). Dolayısıyla bu tip davranışlar sonradan öğrenilmesi gereken beceriler değil, temel ihtiyaçlarımız haline gelirler ve bunlar olmadan yaşamımız zorlaşacağı için, elimizde olsa da olmasa da o reflekslere göre davranır, o refleksler uyarınca “hissederiz”. Mesela lisan yeteneğimiz dahi böyledir; bir dil öğrenme güdüsü ile doğar ve hemen ilk karşılaştığımız dili adeta bir “savant” gibi hızla öğreniriz.
Bu tip sosyalliği destekleyen (prosocial) özellikler, aynı zamanda insanda karmaşık davranış ve duygulanım kalıpları olarak da kendini gösterir. Mesela takdir görmek, sevmek ve sevilmek, yardımlaşmak, güven arzusu ve fedakârlık yapma gibi ilginç ve karmaşık davranış kalıpları, bu prososyal devrelerin ve kalıpların bir neticesidir. Sözgelimi birine bir iyilik yaptığımızda sadece o kişinin beyninde değil, iyiliği yapan kişinin, yani bizim beynimizde de ödül kimyasalları adeta patlama yapar; yani iyilik, doğrudan zihinsel bir ödüller bağlantılandırılmıştır. Bu nedenle iyilik yapmak bize iyi gelir ve karşılık beklemeksizin iyilik yapmak dediğimiz bir “erdem”den bahsederiz. Bahsederiz, çünkü bunu yapabilecek donanıma sahibizdir.
Bu sosyalleşme refleksleri, yaşamımızın her alanında kendini belirgin olarak gösterir. Özellikle de sosyal davranışlarımızda, kendi bedenimizi ve zihnimizi algılayışımızda, iyi ve kötü ayrımımızda, hedef ve hayallerimizde, kısacası hayatımızın hemen her yerinde, dikkatle bakarsak bu sosyal dürtülerin izlerini bulabiliriz. Aynı dürtüler, “kendin olma” meselesindeki çabalarımızda da belirgin olarak kendini gösterir.
İnsanlar üzerinde yapılan çok çeşitli psikolojik ölçümler, kendimizi “tam ve özgün (otantik)” hissettiğimizde çoğumuzun ortak bazı hislerden beslendiğini gösteriyor. Mesela kendimizi mutlu, doymuş, keyifli, merhametli, yardımsever, sosyal kabul veya takdir görmüş hissederken, kendimizi özgün hissetme derecemiz artıyor. Dikkat edilirse bunların çoğu “sosyal bir canlı olmamızın gerekleri” arasında ilk sıralarda yer alan konular. Öte yandan, sosyal olarak yalıtılmış, yalnız, kalbi kırık, küskün, hayal kırıklığı yaşanan veya beklentilerin karşılanmadığı durumlarda öz algımız zarar görüyor ve kendimizi tam ve özgün hissetme derecemiz azalıyor.
Belki buraya kadar okuduğunuzda “Ne var ki bunda? Gayet doğal sonuçlar bunlar” diye düşünmüş olabilirsiniz. Evet, ilk bakışta bunlar gayet makul açıklamalar gibi görünüyor ama popüler kültürün kendine güvenen, otantik ve özgün birey anlayışı, çoğu zaman tam tersine “akıntının tersine giden, kafasına göre takılan, tek başına ve özgür” bir resme dayandırılıyor. Bir insanın kuralları ne kadar esnetirse o derece özgün olabileceğine dair çoğumuzun içinde taşıdığı inançlar, aslında bu sosyal psikoloji ölçümlerine pek uymuyor.
Sözün özü; kendimizi tam, mutlu ve özgün hissetmek için ille de birilerinin koyduğu kurallarla zıtlaşmak, topluma ters düşmek ve kalabalıklara isyan etmek gerekmeyebilir. Zira milyonlarca yıllık evrimsel süreçlerimizi biraz anladığımızda, kişisel ve toplumsal mutluluğumuzun bu temel “fabrika ayarlarımız” ile ne kadar yakından ilgili olduğunu hemen fark edebiliyoruz. İnsanın Fabrika Ayarları kitap serimin ikincisi nde ele almaya gayret ettiğim “3. Ayar: Sosyal ilişkiler” konusu, bu konuyu detaylı olarak anlamak isteyenler için iyi bir başlangıç olabilir.
İleri okuma:
https://blogs.scientificamerican.com/beautiful-minds/authenticity-under-fire/
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Gençliğimin Dikkatine!