İç dünyamızdan gelen “raporlar” sayesinde duygusal istikrarımız için “kendini bilmek” gibi kulağa gerçek olamayacak kadar basit gelen bir yöntem, “yeni dünyanın cesur insanı” na yeni bakış açıları vaat ediyor olabilir…
Dünyada canlılığın nasıl oluştuğuna dair birçok teori, yaklaşım, inanç ve mitolojik anlatıyla donanmış durumdayız. Bilim insanları, filozoflar, kanaat önderleri, yahut bunların dışında kalan neredeyse tüm insanlar mutlaka bir fikre sahip; ama aslında neler olup bittiğini hiçbirimiz bilmiyoruz. Hatta şu anda uzmanlar dahi “canlılık nedir?” sorusuna tatmin edici bir cevap bulmakta zorlanıyor. Durumumuzun uzunca bir süre de böyle gideceği aşikar gibi gözüküyor. Bütün bu verilerden bağımsız olarak kişisel bir zihin deneyi yaptığımızda canlılığın bildiğimiz özelliklerinin dışında, fiziksel bir sınırla evrenin geri kalan cansız bölümünden ayrılmış olması gerekiyormuş gibi görünür. Canlı dediğimiz bu şey ister tek bir hücre olsun, ister insan gibi çok karmaşık bir organizma, canlıyı dış dünyadan kesin bir sınırla ayıran bir “ arayüz ” tüm kainatı ikiye ayırıyor gibi hissederiz: “Ben ve Kainat”.
Mikroorganizmanın hücre zarı, böceğin kitin kabuğu, bitkinin selüloz hücre duvarı, insanın cildi; her biri köken ve yapı olarak birbirinden çok uzak olsalar da temel işlevi aslında benzerdir: Canlı bedeni belirgin sınırlarla evrenin geri kalanından ayırmak. Canlı bedenler her ne kadar diğer nesnelerden keskin sınırlarla ayrılsalar da, fizik dünyanın kuralları ve sunduğu kaynaklarla iletişim halinde olması da gerekir. Bu noktadan sonra, oluşturduğu “sınır” önemli bir görev üstlenir: Evrenin geri kalan kısmından veriler toplayarak sınırlarının içinde kalan evren parçası içinde “düzeni sağlamak”.
Bizler “duyu organı” dediğimiz yapılar sayesinde dış evrenimizde gelişen değişimleri algılayarak elektrik sinyallerine çevirip iç evrenimizde kendimize göre (öznel-subjektif) bir gerçeklik oluşturur ve bu verilerden yararlanarak bütünlüğümüzü korumayı sürdürürüz. Adına gerçek dediğimiz şey, işte bu değerlendirmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan, bireye özel bir değerlendirmeden başka bir şey değildir (detaylar için Dr Sinan Canan’ın “Gerçek ne kadar gerçek? ” başlıklı webinarını izlemek isteyebilirsiniz; ayrıca “Kaç duyumuz var, kaçını biliyoruz?” başlıklı yazımız da bu konuda iyi bir başlangıç olabilir)
Covid-19 salgını bize küresel ölçekte belirsizliği yaşatan en önemli ortak derdimiz oldu. Böyle durumlarda geleceğe dair planlar yapmak, öngörülebilir bir dünya oluşturmak gittikçe zorlaşır. İnsan zihni bu tip belirsizlik süreçlerinde çoğu zaman endişe, öfke, umutsuzluk gibi negatif tepkiler üretir. Ama bazılarımızda “yeni dünyanın cesur insanı” olabilme yolunda adımlar atmayı kolaylaştıran bir katalizör gibi işlev görür. Aslında hepimiz, endişe ile umut arasındaki farkı yaratmada önemli olabilecek bir bakış açısı farklılığının arayışı içerisindeyiz.
Modern hayatın dayattığı yaşam şeklimiz, bireysel düzeyde dış evrenimizden veri toplayan duyularımıza çok fazla görev yükler gibidir. Ancak beynimiz eş zamanlı olarak çok daha fazla veriyi bedenin içinden toplamakla, değerlendirmekle ve bize (bilincimize) anlayabileceğimiz biçimlerde raporlamakla meşguldür. Bu raporlar kimi zaman açlık, yorgunluk gibi fiziki şartlara bağlı sonuçlarına, kimi zaman da endişe, stres gibi zihinsel çıktılara dairdir. Dış evrenden gelen verilere fazla odaklı bir yaşam sürerken, içimizdeki denge kaybı mesajlarını sıklıkla gözden kaçırabiliyoruz.
Stres, kaygı gibi duygulardan kaçınmanın zor olduğu zamanlarda, belirli bir duygusal istikrar ve farkındalık (mindfulness) uygulamalarının bu tip olumsuz duygusal sonuçlarla yüzleşmemizde yardımcı olabileceğini öne süren yeni bir çalışmaya göz atacağız.
Fransa’daki Clermont Auvergne Üniversitesi’nden Catherine Juneau ve meslektaşları, farkındalık temelli meditasyon uygulamasının, sakinliği, zor durumlar karşısında bile sakin ve dengeli bir zihin durumunu sürdürme becerisini nasıl etkilediğini incelemişler.
Çok az meditasyon deneyimine sahip seksen dokuz üniversite öğrencisi beden taraması meditasyonu, nefes meditasyonu ve şiir dinleme gruplarına ayrılmış. Tüm katılımcılar bir hafta boyunca evde her gün verilen pratikleri yaptıktan sonra 30 dakikalık bir seans için laboratuvara çağrılmışlar. Uygulamadan hemen önce ve sonunda anketleri tamamlayan öğrenciler bu kısa egzersizde bile, vücut taraması meditasyonun insanları daha dengeli bir ruh haline soktuğunu ve stres altında daha sakin kalabildiklerini belirtmişler. Nefes egzersizi ve şiir dinleme gruplarında ise aynı sonuçlar görülmemiş.
Farkındalık veya “duygusal istikrar” (resilience) pratiklerinin ayrılmaz bir parçası olan “vücut tarama” tekniği genel olarak vücudumuzun farkına varmak, içten gelen sinyallerimizi anlamak için bir kapı aralama çalışmasıdır. Yoğun ve stres yüklü bir günün içinde bir yerlerde, durup sadece nefesimize odaklanarak, “zihnen” vücudumuzu taramak, gelen endişe, kaygı, öfke gibi “olumsuz”; veya neşe, sevinç, huzur gibi “olumlu raporlara” kulak vermek, iç evrenimizin mesajlarını daha iyi anlama becerilerimizi geliştirebiliyor. Artık bilimsel çalışmalara daha sık konu olan duygusal istikrar, meditasyon gibi konular, hem kadim geleneklerimizde gelen önerileri daha iyi anlamamızı hem de üç buçuk milyar yıllık Ar-Ge’nin ürünü olan unutulmuş ayarlarımızla temasa geçmemizin zahmetsiz ve iyileştirici bir yolu gibi görünüyor.
Bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Bilgi iyidir, faydalıdır ve güçtür. Ama en güçlü bilgi, insanın kendisiyle ilişkisini ve kendisini dönüştürebilen bilgidir. Bu da o bilgiyi kendi içimizde uygulama cesaretiyle mümkün olur.
O nedenle bir kez daha tekrarlayalım:
“Kendinize iyi bakın, göreceksiniz.”