İnsan olmak nedir? İnsan bir biyolojik oluşum mudur, yoksa çabayla oluşturduğumuz, ulaştığımız bir varlık mertebesi mi? Kendimiz dediğimiz varlık nedir?
Bu soruların her bireye uyan ortak bir cevabı var mıdır bilmiyorum ancak burada önem atfedilmesi gereken şey cevaplardan ziyade sorularla arayış yolculuğuna çıkmaktır. Yolculuk, her hâlükârda insanın doğasında belirli stres faktörleri oluşturan bir etkendir. Nereye gidileceği bilinmeyen, ne ile karşılaşılacağı bilinmeyen yolculuk ise takdir edersiniz ki zihnimizin kaçınmak istediği bir şeydir. İşte bu isteksizlik bizi ikinci soruya götürür: Kendinin “ne” olduğunu düşünmeden, “emek” sarf etmeden, o yolculuğa çıkmadan yaşamını sürdüren varlık insan mıdır? Muhakkak biyolojik olarak insandır; önemli bir parçasından -varlığından- bihaber, eksik bir insan…
Yola çıkma cesaretini bir şekilde kendimizde bulduk diyelim, peki yolun sonu nereye çıkacak? Ya da yolun sonu var mı? Şahsen yolun bir sonu olduğunu düşünmüyorum; tabii dinamikleri her an değişen insanın her değişiminde yol ayrımı oluşacak; ama yolun kendisi hep devam edecek, muhtemelen ömür boyu sürecektir. Algılamış olduğu her bir veri ile kendini değiştiren beyin nasıl ki değişimine dur demiyor, sorularla çıkılan yol da dur durak bilmeyecektir. Anne-babamızın, bizi yetiştirenlerin bize ne kadar ve nasıl etki ettiğini, toplumun veya kültürün içimize işlemiş manevi organlarımız olduğunu fark etmek; gerçeklikten kaçarken zaman zaman nevrotikliğe zaman zaman ise başkalarının zihnine dönüştüğümüz gibi gerçeklerle yüzleşmek yolculuğun en önemli etkileridir.
Peki neden kendi varlığını sorgulamalı, dikeyine (kendi içine) dönmek için emek vermeli insan ki bütünleşebilsin?
İki ayrı yapıdan oluştuğumuz öne sürülür, maddesel beden ve ruh (genel tabir olarak psişe). Bu iki yapının daha çok ilgilendiğimiz maddesel kısmı (bedenimiz ve onunla algıladıklarımız) yalnızca bir parçamız. Bütün bir insan olmak için iki tarafın uzlaşması gerekir. Daha doğrusu “insan” olmak için bunun üzerinde çaba harcanması gerekir. Jung’un da ifade ettiği gibi ikisi birbirinden kesinlikle ayrı düşünülemez. Kaçınılmaz olarak yaşadığımız yatay* (günlük yaşamın maddesel kısmı) yaşam, dikey* ile desteklenmediğinde eksik kalır. Bu eksikliği gidermenin en iyi yolunun ise yukarıda söylediğim gibi bizi oluşturan yapıların sorgulanmasından geçtiğini düşünüyorum. Bu sorgulama bize kendimizi (dikey olanı) verecek; bunun sonucunda ise kendimizin yaratıcı ve üretken yanıyla karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır. Bu bir süreç; zamana ve bireyselliğe oldukça bağlı bu gidişata reçete de verilemez. Ancak ifade etmeliyim: Bu yolculuk, bu süreç gerçek anlamda yaşamaktır. Oscar Wilde’ın “Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.” sözünde bahsettiği “yaşamak” dikeyde derinleşme becerisi kazanmış insanlara özgü bir hayatta kalışı, “var olmak” ise yatayda günlerini geçirip dikeyleşmeye zaman ayırmayan insanların yaşam şeklini anlatır. Nadirliği ise birçok insanın çekici dünya meşguliyeti arasında, içinde barındırdığı birçok hazineye karşın belirsizliklerle dolu yolculuğa vakit ayırmasının güçlüğünden kaynaklanır. Güçlüğe vurgu yapmışken Hz.Mevlana’nın sözünü hatırlatmakta fayda var: “Sen yola çık, yol sana görünür.”
Manevi anlamda derinleşmenin yalnızca bireyselleşmeye değil, çevremizdeki insanlar ile ilişkimize de etkisi oldukça büyük olacaktır. Kişi, içinde yaşamadığı duyguları başkasına yaşatabilir mi? Kendini sevmeyi bilmeyen biri başkasını gerçek anlamda sevebilir mi? Kendisine değer vermeyen biri başkasına değer verebilir mi?
Psikiyatrist Engin Geçtan’ın “İnsan Olmak” kitabında değersizlik duygusu hakkında söylediği gibi: “İnsan kendine değer verebildiği oranda başkalarına da değer verir; diğer insanlara gerçek anlamda değer verdiğini hissettikçe kendisini de değerli bulur.” Bu yalnızca değer veya sevgi duygularına özgü bir faktör değildir; güveni ve umudu da önce kendi içimizde yeşertir, sonra çevremizdekilerden hisseder ve onlara hissettirir, yaşatırız.
Kendi içimizde düşünceler dünyasına daldığımızda karşılaşacağımız gerçek kimliğimizle gerçek bir birey, bir insan olabiliriz. Gerçek bireylerin oluşmaya başladığı dünya da kuşkusuz sağlıklı bir topluma gebedir. İç hesaplaşmamızı gerçekleştirdiğimizde yaşamın daha parlak görüneceğine inanıyorum. Bu parlaklık hayata toz pembe bakmak değil, gerçeğin olabildiğince şeffaflaşmasıdır.
Odaklandığımız şeyi büyütürüz, güzel bir toplum hayalinde, odağımızın kendimiz olması dileği ile..
* Nihan Kaya “Yazma Cesareti” kitabında yatay hayatı “Yatay hayatımız zaman ve mekanın sınırları ile çerçevelenmiştir. Onu belirleyen unsurlar açık, somut, objektiftir.” şeklinde tanımlamıştır.
Dikey hayat hakkında ise “Eşyanın iç hakikatini oluşturan ve bizim iç dünyamızı içine alan bu görünmez, soyut hayatın sınırları yoktur.” demiştir.
Kaynakça