Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” isimli şarkısını çoğunuz duymuşsunuzdur. Oto tamircide çalışan bir genç, arabasını tamire getiren bir kadına aşık olur ve okuduğu romandan (zengin kızla tamircinin aşkını anlatan pahalı bir kitap ) umut alarak şansını denemek ister. Kadının arabayı almaya geleceği gün “tulumları” giymek yerine süslenerek kadının karşısına çıkar ve arabanın kapısını açarak kendince reverans yapar. Fakat oğlanın teşebbüsüne kızan kadın “Kim bu serseri?” diye çıkışır. Buradaki cümle çok önemlidir. “Sen kimsin?” demez kadın, oğlana hitap etmez, çünkü onu muhatap dahi kabul etmez. Aslında onun kim olduğunu bilir ama “Kim bu serseri?” derken “Sen kimsin ki benimle bir ilişki yaşayabileceğini düşünüyorsun be densiz!” demiş olur.
Bizim oğlan yıkılır, üstelik lafın üstüne bir de egzoz yemiştir… Ve imdadına “usta”sı yetişir; oğlanın omzuna vurarak onu teselli eder ve bir de nasihat verir: “Unut romanları.” O romanı usta da bilir; hatta kim bilir, belki gençliğinde o da benzer bir hayale kapılmış bile olabilir. Fakat “usta” her alanda ustadır, gerçeklerin farkındadır ve nihayet o sarsıcı cümle gelir: “İşçisin sen işçi kal, giy tulumları!”
“Tulumu giymek” sosyal sınıfını “kabul etmek” demektir ve tabii ki sınıfın sınırlarını da kabul ederek boyundan büyük işlere kalkışmamak, kendini aşan hayallere kapılmamak demektir. Nihayetinde oğlan işçidir ve işçiliğini kabul ederse daha fazla incinmez diye düşünür usta.
Fakat acaba durum böyle mi?
Sosyal sınıflar, toplumdaki insanları sahip oldukları maddi imkânlara göre kategorize etmenin sonucu olarak ortaya çıkmış kavramsal tanımlardır. Sınıflandırmalar en temelde ekonomik refah, eğitim ve kültür seviyesi ya da bir sosyal ağa bağlılık temel alınarak yapılır. Toplumsal hiyerarşi ve güç ilişkileri ile doğrudan bağlantılı olan sosyal “sınıflandırma” tarih boyunca çeşitli şekillerde yapılmıştır. Günümüzde ise en çok kabul gören sınıflandırma “üst sınıf, orta sınıf ve alt sınıf” şeklindedir.
Şarkıda geçen “sınıf çatışması” -Marxist literatüre ait dili kullanarak söylersek- burjuva ile proleterya arasındaki çatışmadır. Tamirci çırağı proleteryaya yani “işçi sınıfı”na mensuptur ve hizmet verir, araba sahibi kadın ise sermaye sahibidir ve hizmet alır. Sovyetler Birliği’nin, dolayısıyla komünist ideallerin hala ayakta olduğu dönemde yazılan bu şarkı “İşçisin sen işçi kal” derken aslında kapitalist sistemde sınıf aşımının imkânlı olmadığı mesajını barındırıyor. Fakat bugünkü kapitalizm o günküyle aynı değil.
Bir zamanlar “vahşi” olan kapitalizm, vahşetin kendi sonunu getireceği endişesiyle (kapitalistleri bu konuya uyandıranın Marx olması trajiktir) daha ılımlı hale geldi ve çalışanlar da belli ölçülerde sermaye sahibi olabilmeye başladılar. “Yeterince çalışanın” refah elde edebildiği bu sistemde sınıflar arası geçişlilik mümkün hale geldi. Bugün çok kolay olmasa da alt ya da orta sınıftan birinin bir üst sınıfa geçmesi yani “sınıf atlaması” mümkün. Her ne kadar sınıf atlamak artık daha az zor olsa da, sınıflar arasındaki duvar sandığımızdan çok daha kalın.
Duvarın kalınlığını test etmek için bir deney yapalım. Evinize gelen temizlikçi ile arkadaş olur musunuz? Ya da çalıştığınız yerdeki çaycı ile? Belki çok “kafa” biridir sizin sınıfınızdan olmayan bu arkadaş ama sınıf farkına rağmen o kişiyle kendi sınıfınızdakilerle kurduğunuz gibi bir ilişki kurabilir misiniz? Hadi diyelim siz kurmak istediniz, farklı sınıftan olan bu arkadaş sizinle samimi olmak ister mi?
Aslına bakarsanız sınıflar arasında çok da fark yok, bize öyle geliyor. Gelir düzeyi, eğitim seviyesi, kültürel arka plan gibi görünür tuğlalardan görünmez duvarlar inşa ediyoruz. Oysa birbirinden kültürel olarak çok farklı insanlar birbirleriyle gayet besleyici ilişkiler kurabilirler. Farklılıklar zenginleştirirken, bunu fark etmeyerek fakirleşiyoruz. Aslında sorun “biz ve onlar” ayrımına kadar gidiyor. Söz konusu sosyomerkezcilik konusuna girmeden sizi ilgili yazıma yönlendiriyorum: https://www.acikbeyin.com/bir-cocugun-dilinden-sosyomerkezcilik-isvicreliler-daima-en-iyidir-cunku-ben-isvicreliyim/
Köken itibariyle üst sınıftan gelmediği halde kendi emekleriyle “sosyeteye” katılanlar sonradan görme olarak nitelenir. “Hiç görmeseydi daha mı iyiydi?” diye tepki verdiğim bu tahkir ifadesi temelde köylü-kentli çatışmasına dayanıyor. Şehrin kendine has bir kültürü var(dı) ve bu kültüre sonradan eklemlenenler söz konusu kültürü etkiliyor, ona adapte olamadığı için onda değişimler yaratıyor. Kentli üst sınıf açısından asıl sorun, köylülerin kent yaşamının gereklerini yerine getirememesi ve kent soylu kültürünü tahrip etmesi. Köylü, içselleşmiş olan kendi kültürünü şehre taşıdığı için şehrin dokusunu bozuyor ve bu nedenle kent soylular tarafından hor görülüyor.
Aslında kent soylular kızmakta haklılar. Çok değil 70 yıl öncesinin İstanbul’unda yaşamış ama kentte yaşanan nüfus patlamasıyla oradan göçmüş ve yüreği dayanmayacağı için İstanbul’u ziyaret etmekten kaçınan eski İstanbullular tanıdım. Onların yerinde olmayı hiç istemezdim, zira benim de yüreğim bu acıya dayanmazdı.
Türkiye toplumu esas itibariyle köylü bir toplum. Nüfusun yoğunlukla büyük şehirlerde yaşamaya başlaması henüz çok yeni bir gelişme. Bir zamanlar tarım ve hayvancılıkla hayatını kazanan köylüler çeşitli politikalar neticesinde karınlarını doyuramaz oldular ve göç etmek durumunda kaldılar. Köyden kente yapılan göç, çarpık kentleşme sorununu da beraberinde getirdi, şehirleri yordu ve sakinlerinin yaşam kalitesini düşürdü. Türkiye toplumunun sosyoekonomik yapısı değişti ve değişmeye devam ediyor. Sorunlar çok köklü ve düzelmeleri için uzun vadeli, ciddi planlara ihtiyaç var.
Bu yazıyı yazarken tarihte sosyal sınıflandırmaların nasıl olduğuna bir göz attım ve harika bir şey fark ettim! Zaman içinde sınıf sayısı azalmış, mesela Mısır’da 6, Hint kast sisteminde 5 olan sınıf sayısı artık 3’e inmiş! “Sayının ne önemi var, hiyerarşi devam ediyor” diyebilirsiniz. Fakat hiyerarşi eskiden olduğu gibi soya göre belirlenmiyor ve artık eğitim sayesinde sınıflar arasında seyahat edilebiliyor. “Alınan eğitim bile sosyal sınıfa göre” demeyin, köy okulunda okuduğu halde Türkiye’nin en iyi üniversitelerine giren pek çok insan tanıyorum.
Yazının sonuna eklediğim videonun yorumlarına göz gezdirdiğimde, şarkıdaki gibi bir muameleyle karşılaştığı için bilenip çalışan ve sınıf atlayan insanların hikayelerine rastladım. Yani aslında tamirci çırağı İŞÇİ KALMAK ZORUNDA DEĞİL. Kişinin içine doğduğu sosyal sınıfı aşmasının çok kolay olmadığının farkındayım fakat bunun imkânsız olmadığı da bir gerçek. Hem kim bilir, belki bir gün insanlık sosyal sınıf sayılarını azalta azalta 1’e indirir ve herkes müreffeh olur, ne dersiniz? Biz ümit edelim, ne diyor Cem Karaca: “Ümit gönlümün ekmeği, umar ha umar umar…”
Not:
Toplumsal bir yarayı bu kadar açık ve çarpıcı biçimde anlatan bu şarkıyı dinleyelim ve sanatın ne kadar etkili bir araç olduğunu bir kez daha hissedelim. Cem Karaca’ya sevgiyle…
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Çocukları Neden Severiz ?