“Tunç, hapiste seni saran en güçlü duygu ‘hiçlik.’ Kendini o kadar hiç hissediyorsun ki, normal hayatta bunu tadabilmek mümkün değil.”
Bu laf, “ Ben Hapisteyken! ” yazımızda bahsettiğim, yaklaşık bir ay boyunca Bayrampaşa Cezaevinde kalan, hiçliği dibine kadar yaşayan o arkadaşıma ait. Bu da dizinin ikinci ve son yazısı olsun.
Hapishaneleri dışarıdan gelecek tehditlere karşı asker, içeride ise cezaevi güvenlik görevlileri koruyor. Polis seni cezaevinde askere teslim edip görevini tamamlıyor. [Bu görev teslim esasında polislerin “bak sana hiç dokunmadık, hiç kötü davranmadık” söylemleri dikkati çekiyor.]
“Hayatım boyunca ‘gerçek aranmayı’ hapise ilk girdiğim anda yaşadım” diyor. “Bir odada çırıl çıplak soyunuyorsun. Dokunma, itme kakma yok. Ancak çıplakken öne doğru eğilip öksürmeni istemeleri pek de öyle kolay kolay unutulacak bir an değil.” [Kıçında bir şey gizliyorsan o öksürük acı yaparmış.]
Sonra evrak işleri var. GBT (Genel Bilgi Takibi) sistemine giriş yapılıyor, varsa ilaç kutun dışında; saat, kimlik, para her şeyini teslim ediyorsun. Paran veznede kayıt altına alınıyor. [İçerideyken yapacağın kantin harcamaların burada senin adına tutulan hesaptan yapılıyor.] Resimlerin çekiliyor ve çıkarılan cezaevi kimlik kartı ile artık koğuşa girmeye hazırsın.
Ancak öncesinde 2 gün kalınacak bir karantina dönemi var. Burada amaç, eğer bulaşıcı bir hastalığın varsa bunun, bu süre zarfında kendini göstermesi ve diğer mahkumlara geçmesini önlemek. Sarı kapılı tek ranzalık odalarda 4’er kişi ayak-baş yatıyor. Çok sayıda pire bit yiyen kalorifer böceği ile yakın arkadaş oluyorsun. Kapı altındaki delikten yemek sürülüyor, tuvalet için kapıya vuruyorsun. Ortam gergin, kimse kimse ile konuşmuyor.
Toplumsal olarak hoş görülmeyen cinayet, terör veya tecavüz gibi suçlular ayrı ayrı koğuşlara veriliyor. Burada da amaç yine diğer mahkumları korumak. [Bunun yanında, özellikle tecavüzcülerin içeride oldukça ağır şartlara maruz kaldığı ağızdan ağıza konuşuluyor.]
80 kişilik koğuşta 170 kişi kalıyor. Dolayısıyla hemen herkes yataklarda iki kişi, ayak-baş yatıyor. Odalarda iki ranza var, içeride ise 6-7 kişi. Tek yatmak çok büyük bir ayrıcalık. İçeri ilk girenlere bir müddet oda da yok. Onlar yer açılana kadar avluda gecelemek durumundalar.
Yaptığın en önemli etkinlik avluda volta atmak. Ona da ilk on günde izin verilmiyor. Koğuşlarda yazılı olmayan kurallardan sadece biri bu. Aynı -hayali- çizgi üzerinde bazen tek, bazen birileriyle yürüyorsun avluda. Kimse kimsenin çizgisine tecavüz etmiyor, o yüzden duvara gelince olduğun yerde 180 derece keskin bir dönüş gerekli. Volta atmaya yer yoksa sıranı bekliyorsun. Kimse koşmuyor, sadece ritmik bir yürüyüş bu.
Avluda sandalye yok. Bu da sana volta atmadığın zamanlarda ‘çönmeği’ öğretiyor. Ayağın uyuşuyor, o denli uyuşuyor ki, birisinin yardımıyla ayağa kalkabildiğin anlar var. Voltada veya çönme esasında yaşadığın tek duygu yine “hiçlik.”
Her koğuşun bir başkanı var. Demokratik bir seçimle başa geliyorlar. Her ne kadar kapı arkasından kimler aday olmalı çalışması yürütülse de, kağıtlardan oylar yapılıyor ve bir kutuya atılıyor. Başkan yardımcısı da aynı mantıkla seçiliyor.
Koğuşta “başkan” en önemli kişi. Hemen tüm kararlarda ona gidiliyor. O, aynı zamanda, dışarısı -gardiyanlar- ile olan iletişimden de sorumlu. Kimse kafasına göre gardiyanlarla konuşmuyor.
Koğuşun iç dinamikleri, düzeni ve ekonomisi yine başkan tarafından yürütülüyor. [Nerede olduğunuza bakmaksızın, insanların kümeleştiği her yerde bir lidere ihtiyaç var gerçekten.]
Ortak alanın temizlik malzemesi, kalıp sabun, çay ve kahve gibi ortak ihtiyaçlar için tıkır tıkır işleyen bir ekonomik düzen var. Koğuşa gelen yeni kişiler, ilk gününde 2 karton sigara alıp veriyor başkana. Çünkü içeride nakit olmadığı için kullanılan para birimi ‘sigara.’ Kim kimden bir şey isterse karşılığında bir paket sigara veriyor, alacak verecek de böyle tutuluyor.
Haftada bir salı günleri kantinden yapılan alışveriş veznedeki hesabından düşülüyor. Haftada bir aile bireylerinden biri (sadece aile olabiliyor) en fazla 200 TL hesabına para yatırabiliyor. Kantinde buzdolabından televizyona, domatesten çaya hemen her şey var. [Birçok odada bulunan ufak televizyonlar en büyük meşgale kaynağı.]
Haftada 200 TL gönderen bir ailen olsa da, ayda 800 lirayı harcayabilecek bir durum yok ortada. Haftayı bırakın, ayda 200 lira bile gönderilmeyen çok sayıda mahkum var içeride. Ortak giderlere katılamayan bu kişiler için de bir çözüm bulunmuş. Onlar başkanın yönlendirmesiyle “hizmetli” oluyorlar ve kaldıkları odanın temizliği, çay ve kahvesi gibi ihtiyaçları görmeleri karşılığında alınan şeyleri diğerleri ile birlikte tüketebiliyorlar. Alan memnun, satan memnun.
İçeride her şey sadece temel ihtiyaçları giderecek kadar. Son derece lezzetsiz de olsa, günde üç öğün yemek var fakat tabak çanak yok. Altı kesilen 5 litrelik plastik şişeler tabak oluyor. 170 kişi için iki adet pisuar ve bir alaturka tuvalet, her sabah oluşan çiş kuyruğunu açıklıyor. Büyük tuvalet için pek sıra olmaması ise genelde hemen herkesin kabız olmasından kaynaklanıyor.
En tolere edilmeyen yasak cep telefonu. Koğuşlara yapılan habersiz baskın aramalarda cep telefonu bulunması, o cezaevi müdürünün sürülmesine kadar götürebiliyor işleri.
Hapise düzenli olarak her ay girenler de var! Bunlar genelde boşanma sonrası nafaka ödeyemenler. Bunun cezası 10 gün hapis ve paraya da çevrilemiyormuş. Bu duruma o denli alışılmış ki, herkes her ay onlara ‘hoşgeldin ağbi’ yapıyorlar!
İçerideki 170 kişiden sadece bir kişi “evet ağbi yaptım bir hata” derken, kalan herkes suçsuz olduğunu ve orada olmaması gerektiğine inanıyor.
Ancak kimin neye inandığının pek de bir önemi yok. O kararı mahkemeler veriyor.
Bu yazıya konu olan arkadaşım da, aynı suçlamadan dolayı yargılanan diğer kişilerin farklı bir mahkemenin verdiği tutuksuz yargılanma kararının örnek teşkil etmesiyle hapisten çıktı. Yani tutukluluk hali ortadan kalktı ancak yargı sürecinde dava halen devam ediyor.
Yaşanan bu bir aylık sürecin onun hayata, olaylara ve ilişkilere olan bakış açısına derinden katkı sağladığı ortada:
“Tunç, bu hayat hep kendi eksenimiz etrafında dönüyor sanıyoruz. Ve hep ‘bana bir şey olmaz’ diyoruz. Oysa oluyor. Hem de öyle bir oluyor ki, neye uğradığını anlamıyorsun. Ben her ne kadar suçsuz olduğumun kanıtlanacağına inansam da, içeride yaşadıklarımın bana çok şey kattığını düşünüyorum. Özellikle hissettiğim o hiç’lik duygusunun…”
Sağlık ve özgürlüğün ‘değerini’, kendimizi o ‘çok şey’ sandığımız anlarda hatırlayabilmek umuduyla…