“Kendini bil” Hinduizm’den Budizm’e, Antik Yunan inancından Hristiyan mistisizmine, Kabala’dan İslam tasavvufuna kadar pek çok mistik öğretide yer alan önemli bir ilkedir. Kendini bilmek hem insan olarak “haddini” bilmek, hem de kendindeki “tanrısal özü” bilmek anlamında yorumlanmıştır.
İlk yoruma göre kendini bilen kişi, insan olarak sınırlarını bildiği için Tanrı’yı kendisi olmayan varlık olarak tanır. Başka bir ifadeyle yaratılmış/var edilmiş, sınırlı, göreceli ve ölümlü bir varlık olan insan bu özellikleri üzerinden yaratan/var eden, sınırsız, mutlak, sonsuz ve ölümsüz bir varlık olan Tanrı’yı “insanın değili” olarak tanır. İnsan ne kadar acizse Tanrı o kadar kadirdir, insan ne kadar göreceliyse Tanrı o kadar mutlaktır, insan ne kadar sonluysa Tanrı o kadar sonsuzdur. Dolayısıyla insanın kendi insanî niteliklerini bilmesi, olumsuz olarak gördüğü söz konusu niteliklere sahip olmayan “Yüce Varlığı” bilmesini sağlar. Bu bilme türü olumsuzlama/nefyetme yoluyla bilmektir. Tanrı’yı ne olduğu değil ne olmadığı üzerinden inceleyen teolojik yaklaşıma negatif yani olumsuzlayıcı teoloji denmesinin nedeni budur.
Negatif teolojik yaklaşımla ilgili çok sevdiğim bir fıkrayı siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum.
Bektaşî camiye gitmiş, bakmış hoca Allah’ı anlatıyor: “ Allah’ın eşi benzeri yoktur, doğmamıştır, doğurmamıştır. Ne yerdedir ne göktedir. Yemez, içmez, yatmaz, uyumaz. Mekânı yoktur, zamanı yoktur, eli, kulağı, dili yoktur. Yüce Allah hiçbir şeye benzemez” deyince Bektaşî dayanamamış ve şöyle demiş: “ Hoca, sen şuna yok diyeceksin de dilin varmıyor!”
Bu fıkra Tanrı’yı ne olmadığı üzerinden bilmenin yetersizliğine dikkat çekmesi bakımından düşündürücü. Tanrı’nın aşkınlığını merkeze koyan, tenzihi (eksikliklerden münezzeh tutmayı) temel alan olumsuzlayıcı yaklaşım Tanrı’yı o kadar ulaşılamaz bir noktaya koyar ki insanın bu denli aşkın bir varlıkla irtibat kurma imkânı kalmaz. Bu yaklaşımın karşısında ise teşbihî yani benzetici yaklaşım yer alır.
Özellikle mistik yönü ağır basan Hinduizm, Budizm ve Hristiyanlık gibi dinlerde Tanrı insana olan benzerliği üzerinden anlaşılmaya çalışılır. Hatta insan Tanrı’ya o kadar benzer olarak görülür ki Tanrı’nın kendisi olarak algılanır. Öyle ki enkarnasyon, yani Tanrı’nın maddi bir varlıkta bedenlendiği, görünür olduğu/zuhur ettiği fikri söz konusu dinlerde kabul görür. Ortodoks, İslam ve Yahudilik’te ise enkarnasyon fikri şirk olarak görülür. Ne var ki bu dinlerin içinden çıkan mistik yorumlarda da insan-tanrı benzerliği düşüncesi dikkate değer biçimde yer bulabiliyor.
İnsanın Tanrı’nın zuhuru olduğu kabulünden yola çıkınca “kendini bilmek”, kendindeki tanrısal özü bilmek, başka bir ifadeyle “aslında” Tanrı olduğunu bilmek anlamına geliyor. Bu durum, okyanustan ayrılmış bir su damlasının aslının okyanus olduğunu bilmesine benzetilebilir. Ünlü sufi Hallac-ı Mansur’un “ Ene’l-Hakk ” yani “Ben Hakk’ım/Tanrı’yım” demesi, damlanın “ben okyanusum” demesine benzer. Damlanın aslı okyanustur yani o “aslında” okyanustur. Fakat okyanus damladan ibaret değildir. Dolayısıyla insan Tanrı’dır, fakat Tanrı insandan ibaret değildir. Hatta Tanrı var ettiği tüm varlıkların toplamı da değildir. Nitekim bütün, parçaların toplamından fazladır .
Dilimize “Kendini bilen Rabbini bilir” şeklinde tercüme edilen ifadenin Arapça aslı “ Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu ”dur. Bu cümlenin doğru tercümesinin “Kendini tanıyan zaten/halihazırda Rabbini tanımıştır” olduğunu düşünüyorum. (Nitekim ifadedeki fekad kelimesi “zaten” anlamına gelmektedir.) Dolayısıyla söz konusu ifade kişinin kendisinin Rabbinden başkası olmadığını vurguluyor ve Rabbi tanımanın yolu olarak da kendini tanımaya işaret eder. Burada bilmek ( alime ) yerine tanımak ( arefe ) fiilinin kullanılmış olması dikkate değer, çünkü “bilmek” her yönüyle kuşatmayı ifade ederken, “tanımak” kendi çapında ve göreceli bir eylem. Bu nedenle Kuran’da “alîm” Tanrı’nın isimlerinden biriyken “arîf” ismine rastlanmaz. (“Kendini tanıyan zaten/halihazırda Rabbini tanımıştır” ifadesinde neden “ilah” ya da başka bir isim değil de özellikle “rab” kelimesinin kullanıldığı sorusu da ayrıca üzerine düşünülmeye değer bir konu.) İfadeden anlaşıldığı kadarıyla arzulanan bilgelik, kişinin taşıdığı tanrısal özü fark ederek aslında tanrısal bir varlık olduğunu idrak etmesiyle gerçekleşir .
Kendini bilmek üzerinden Tanrı’yı bilmek konusu en yalın ifadesini Hint felsefesinde bulur. Bunu kendi kelimelerimle şu şekilde ifade edeyim: Bir Kendi var (özellikle büyük K harfi ile) ve o her şeyin kaynağı. Tüm kendiler yani varlıklar kendiliklerini yani varlıklarını o Kendi’den alır. Var olan her şeyin kendiliğinin kaynağı Kendi. Dolayısıyla insanlar ya da diğer varlıklar kendi varlıklarının kökenini bildiklerinde kendilerini ve tabii Kendi’yi bilmiş olurlar. Başka bir ifadeyle “kendini tanıyan Kendi’yi tanır”.
Buradaki ana fikir insanın ve diğer tüm varlıkların, varlığının tek bir kökene dayanması ve “aslında” O olması. Pek çok mistik “kendini bil” ilkesini bu şekilde okur. Fakat bir mistik var ki o çok ilginç bir şey söyler…
“İnsan Tanrı mıdır?” sorusuna İbn Arabi’nin verdiği yanıt oldukça çarpıcı: “Hem evet hem de hayır”. Bu paradoksal cevap Tanrı’yı hem aşkınlık hem de benzerlik üzerinden okumak gerektiğine işaret eder.
Kendini bilmeyi eksikliklerini ve dolayısıyla “haddini bilmek” olarak okuyan kişiler genellikle Tanrı’nın aşkınlığına vurgu yaparlar. Söz konusu ilkeyi “tanrısal özü bilmek” olarak okuyanlar ise Tanrı’nın içkinliğini esas alırlar. Kendini bilmek problemine dahiyane bir çözüm getiren İbn Arabi ise Tanrı’nın hem aşkın hem de içkin bir varlık olduğunu belirterek O’nun tenzih-teşbih /yüceltme-benzetme dengesi üzerinden bilinebileceğini iddia eder. Bu bağlamda âlemin “hem O, hem O değil” olduğunu belirtir.
Bir an düşünelim; var olan tüm varlıkları tanrısal öz taşıyan kutsal varlıklar olarak görseydik, dünyayla ilişkimiz nasıl olurdu?
Önümüzdeki hafta mistisizmin faydalarıyla devam edeceğiz…
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Kendimi Neden Bileyim?