Kümesteki tavuklar gibi hissediyorum kendimi, üzerimde bir tavuk korkaklığı var, sıkışmışım tellerin arasına yaşamaya çalışıyorum. Tavuklar yumurtlar; ben ise hiçbir şey yapmıyorum, üretemiyorum. Adına insan dediğimiz Homo sapiens ürettikçe var olur, ben ise kümesimde yok oluyorum.
248 gün olmuş evden dışarıya adımımı atmayalı, geçen hafta doğum günümdü oradan hesapladım. İlk başlarda güneşin sıcaklığını güneye bakan pencerenin önündeki koltukta uzanırken hissedebiliyordum, artık perdelerimi açamıyorum. Gece, gündüz, Dünya, Güney Afrika’nın başkenti, dev deniz anası, annemin çiğ böreği, 90 saniye kırmızı yanan kavşaktaki trafik lambası… O Dünya’dan kendi dünyama taşındığımda hepsi silinmiş hafızamdan. Kendi dünyam ise Balat’taydı, büyük dedemden miras kalan 2 katlı ahşap bir ev.
Kırkayaklardan çok korkarım. Yılan desen değil, solucan desen onun kadar masum olamaz, bir bacağını kırsa bile geri kalan 39’uyla beni gece uykumda boğabilir. Ne kadar korkak bir tavuk olsam da biraz ironik bir yapım da vardır. Aynaya baktığımda “Zaten liseden beri saçlarını uzatmak istiyordun, iyi oldu böylesi.” diyorum kendime, sakallarım için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Annem görse kesin bir tarikata katıldığımı düşünüp çaktırmadan ağzımdan laf almaya çalışırdı, neyse ki göremeden öldü.
Babam komutanmış. Ben doğmadan vefat etmiş, göreve gittiğinde mayına basmış, kurtaramamışlar. Annem hep el bebek gül bebek büyüttü beni, her şeyin en iyisini bana yaşatmak istedi. Şehit yakınlarına verilen maaşı ona pek yeterli gelmese de hem kendi ailesi hem babamın ailesi derken ömrü boyunca hiç çalışmasına gerek kalmadı , zaten babam doğacak çocuğu için senelerce para biriktirmişti, üniversite param bile ben 1 yaşındayken hazırdı. Annemin bundan sonra tek bir görevi vardı: Beni yetiştirmek. Hayatımda hiç delik bir çorabım olmadı, birini hiç platonik sevip aşk acısı çekmedim, hiç bisikletten düşmedim, en iyi okullarda eğitim aldım, restoran kuyruğunda hiç beklemedim. Onlarca hobim oldu, paraşüt ise en sevdiğimdi (evet tavuklar aslında uçabilen cesur kuşlardır) , şimdi ilk kez bir “fobim” oluyor… Hem de fobilerin en büyüğü; yaşayamama fobisi.
Havanın zehirli olabileceğini ve dışarıda fazla kalırsam nefes alamayıp boğulabileceğimi düşünüp korkuyorum. Her gün sokağımdan vızır vızır geçen kuryelerin beni gözetleyip evimden çıkmam için an kolladıklarını da biliyorum, beni sinsice öldürmenin peşindeler. Bir keresinde işe gidip gelirken bozuk para bıraktığım dilenci çocuğun cebinde bıçak görmüştüm, bu zamana kadar bana saplamamış olması bir mucizeydi. Böylesine tesadüfen yaşadığım bir hayatta canıma sahip çıkmalıydım. İstanbul’un surları gibi ben de taştan duvarlarımın arkasına sığındım.
Ben fobi diyorum ama psikiyatristim paranoid kişilik bozukluğu diyor. Paranoyaksın diyor bana yani, hacı kafayı yemişsin sen diyor!
E haksız da değil… İlaçları düzenli kullanmaya başlayınca daha net hatırlamaya başladım her şeyi. Üniversitede bir hocamız anlatmıştı beynimizin hala ilkel olduğunu. Daha doğrusu ilkel zamanlardan kalma alışkanlıklarının olduğunu. Suç benim değil yani, yanlış korku sinyalleri veren amigdalamın halt yemesi! Yoksa çocukluk aşkım, göz bebeğim, Ayşen tarafından aldatılıp terk edilmemin konuyla hiçbir alakası yok.
Evet böylesine “basit” bir mevzudan sonra kilitledim kendimi kapıların arkasına. Arkadaşlarıma acımı anlattığımda en çok duyduğum şey “takma kafaya” oldu; ben yaşadığım şokun içinden çıkamamışken “Ya o seninki de bir şey mi? Benim başıma daha da kötüleri geldi.” diye duyduğum teselliler(!) bana bunu hep atlatılması kolay bir engebeymiş gibi düşündürdü. Benim küçük engebem koca bir dağ haline gelmişti… Zaten annemden sonra iyice yalnızlaşan hayatım, hiç beklemediğim bir yerden canımın yanmasıyla çekilmez bir hale döndü. Çok korktum. Bütün olup biten her şeyle baş etmeye çalıştım ama nasıl baş edilebileceğini bilmiyordum, böylesine okkalı bir acıyı hayatımda hiç tatmamıştım ki. Hayatta en güvendiğim insan bile beni bin parçaya böldüyse diğer insanlar bana neler yapabilir biliyor musunuz siz? Hayal bile edemezsiniz!
Etrafımda yüzlerce beni öldürmek isteyen, canımı yakmak isteyen insanlar cirit atıyordu; Tanrı bile bana düşman olmuş saklandığım yerden çıkarsam beni cezalandırabilirdi. Ama burada güvendeydim, çocukluktan yetişkinliğe kadar “Ahhh bu çocuğun zaten bir babası yok…” diye diye neredeyse her istediğimin olduğu sınırların tam içerisindeydim ve hep burada kalmak istiyordum.
Üst kattan telefon sesi geldi, o eski itici susmak bilmeyen telefon zili. Önce önemsemedim, sonra dedemin arkadaşlarından biri olabileceğini düşündüm. Eskiyi hatırlatan bir şeyler bana kendimi iyi hissettirebilirdi.
Telefonu açtım. Hoşuma gidecek bir ses duymayı beklerken Ayşen’in ölüm haberini aldım, kız kardeşi aramıştı. Adeta Mona Lisa tablosu gibiydim, buruk bir gülümseme vardı suratımda ama gözyaşlarımı tutamadım. Birileri aslında bunun çok da kötü bir haber olmadığını fısıldamıştı kulağıma. Meğer Tanrı bana değil “ona” kızmış ve beni değil “onu” ölümle cezalandırmıştı. Bu duruma resmen sevinmiştim ve bundan utanç duyuyordum. Hiçbir şey söylemeden telefonu kapattım ve olduğum yere oturdum.
Bunca zamandır duyduğum nefret, öfke, korku, hayal kırıklığı parmaklarımın ucundan tüten bir baca dumanı gibi uçarak bedenimi terk etmişti. Aşağıya kadar izlerini takip ettim, kapı eşiğinden çıkıp gitti… Bir başka bedene yerleşmeden hayatta kalamazdı.
Bu sefer içimi başka bir şeyler kapladı. Geçirdiğimiz onca senenin ardından hüzünlendim, güzel anılarımızın hatırına ne olursa olsun veda etmeliydim. Hem aylardır ona söylemeyi kafamda kurduğum, bazı geceler beni uyutmayan cümlelerim vardı, onların içimde kalıp kökleşmelerini istemiyordum. Ama aynı zamanda tanıdık bir şey de hissettim, korkuydu bu. Ayşen bana bir kumpas kurmuş olabilirdi. Bir an oraya gidince suratıma bakıp “Hahaha! Geleceğini biliyordum, yüzsüz!” diyeceğinden korktum. Ya da yanına gittiğimde şimdiki sevgilisi beni görürse kıskançlıktan beni boğazlayıp onun yanına gömmek isteyebilirdi…
Ama artık hiçbir önemi yoktu ki bunların, bana ne yaptığını ona gösterebilmem için son şansımdı. Kimseye görünmeden arkalarda bekler, yanında kimse olmayınca da belki ağlayıp küfreder belki mezarına sarılırdım. Taksi durağını aradım.
Uzun uzun mezar taşları yaptırınca dünyadan silinmeyeceğini düşünen bir ailenin mermer taşlarının arkasından izliyordum olan biteni. Omzunda bir kürekle mezarlık görevlisi olduğunu tahmin ettiğim bir amca yakınımda duruyordu. Cebinden bir paket çıkardı, sigarasını yakıp içmeye başladı. Dışarıya soluduğu duman havaya değil ciğerlerime karışıyordu ve ben ruhumu kirden pastan daha yeni temizlemiştim ki, pislenmeye başladığımı hissettim. Dayanamayıp “Sigaranız beni rahatsız ediyor!” dedim. O da hiç aldırış etmeden gözlerimin içine bakıp “Ne yapayım? Beni de öldürüyor…” dedi ve kafasını çevirip tüttürmeye devam etti. Ben de tam olarak bu şekilde kendimi zehirlemiştim işte, kimse benim canıma kast etmemişti. Resmen kendimi kendim öldürecektim. Onun zehri nikotindi, benimki ise korku… Kendi yarattığım mayınlar(ım)a basma korkusu…
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Süpermen Hayallerimi Yıktı, Şikayetçiyim!