Ölümün Algoritması (Hikaye)

Hiç ölümümün bu şekilde olacağını düşünmemiştim. Freni patlamış bir kamyon, alerjik bir reaksiyon, açık unutulmuş bir rögar kapağı, boğulma, genç yaşıma rağmen bir kalp krizi, deprem, bir hatalı sollama… Hepsi daha mantıklıydı bundan. Veya daha kahraman gibi ölebilirdim. Haberlerimi “Genç adam, küçük kızı ezilmekten kurtarmak için canını feda etti” diye sunardı spikerler, bir süre konuşulurdum, birkaç kişi üzülürdü, gazetedeki resmime bakıp “Pek de yakışıklıymış” derdi. Ölümümün bir hikayesi, bir sebebi olmalıydı. Bu kadar edilgen ölmek feci, korkunç bir şey. Kendi ölümümün bile kahramanı ben değilim.

Neden öldüğümü biliyorum, tam olarak neden öldüğümü. Ben, küçükken Adnan’la tren raylarına işediğimiz için öldüm.

Neden yapardık, neresi eğlenceliydi, şimdi düşünüp bulamıyorum. Annem bizi böyle tehlikeli bir şey yaparken görünce deliye döndü. Sadece beni değil, Hasibe Teyze’nin oğlu Adnan’ı da dövdü ki o zamanlar mahalle kavgaları birbirlerinin çocuklarını döven kadınlar yüzünden çıkardı.

Babam, o akşam annemin beni dövmesini sessizce izledi ve yarım saat kadar sonra evi terk etti. “Sadece benim değil çocuğun da hayatını mahvediyorsun” dedi anneme giderken, ama benim hayatımı o kadar da önemsemediğini sonradan anladım, bensiz gitmişti. Filmlerde hep kadınlar terk ederdi, bavullarını hızla doldurup kapıyı arkalarından çekerken ağlarlardı kameraya bakarak. Babam bavul almadı. O kadar hızlı çıktı ki bakkala çakmak gazı almaya gittiğini sandım. İlkbahardı. Annem iki gün aralıksız ağladı, üçüncü gün (bir salı günü) sustu ve kendine margarin fabrikasında iş buldu. Aynı hafta cuma günü evin duvarlarını (babamın seçtiği çirkin fıstık yeşili rengindeydiler) tozpembeye boyadı.

Başım ağrıyor, ölülerin başı ağrır mı? Asfalt o kadar sert ki, sabah yoldaki karları temizleyen belediyeye sinirleniyorum. Başımın altında biraz kar fena olmazdı. Göğsüme biri bastırıyor sanki.
Öldüğümde Sezen Aksu albümü almaya gidiyordum. Sezen Aksu dinlemeye kuzenim Nazan’ın bunaltıcı ısrarları sonucu on dört yaşında başladım. Onların evindeydik. (Annem bir akşam margarin fabrikasının servisiyle eve dönerken kaza geçirip, bolca alete bağlı bir şekilde hastanede yattığı için amcamlarda yaşamaya başlamıştım.) Nazan bana aşıktı. Sezen Aksu dinleyecektik, romantik olacaktı falan. Planlar vardı kafasında, belki bu yüzden çok itiraz ettim ama sonunda kaseti koydu. Sezen Aksu, bütün varlığıyla doldurdu odayı. Adeta bir tadı, kokusu vardı sesinin. Nazanlarda kaldığım beş yıl boyunca her akşam Sezen Aksu dinledik.

“Bir kedim bile yok dediği şarkı için onlarca kedi yavrusu yollamış hayranları ona” dedim Nazan’a.

“Aptal” dedi. Hayranlarına değil, bana demişti. “Sahiden aşıksın o kadına.”

Başımı salladım. Beni kıskandığı için söylememişti bunu, Nazan’ın bana karşı beslediği çocukça hayranlık geçeli çok olmuştu, o yıllarda mahalleden bir liseliyle flört ediyordu. Amcam duysa öldürürdü onu.

Üniversiteyi İstanbul’da okudum. İTÜ Sakarya’yı kazanmış, orada yarım dönem okumuş ve sonra Nazan’ın liseli sevgilisinin (artık üniversiteliydi), bir konuşma arasında Nazan’a söylediği zekice fikriyle İstanbul’a yatay geçiş yapmıştım. Amcam bana her ay para yolladı çünkü annem hastanede ‘bugün yarın çıkacak’ oyalamalarıyla tam yedi yıl üç ay kaldı. İki gün de morgda cenaze işlemleri için Adana’ya dönmemi beklediği kısmı sayarsam, duvarları çirkin renkli bir binada geçirmek için hayli uzun bir süre.

İstanbul’da dört yıl okudum ve amcamın evine dönmek üzere bavulumu alıp bir taksiye bindim. Zengin usulü ayrılacaktım şehirden, “üstü kalsın” diyecektim taksiciye. Tren istasyonuna yaklaşınca öndeki araba bir kadına çarptı.

Bazen sadece bir santim yüzünden öldüğümü düşünüyorum. Bazen bir saniye, kadının zamanında çekilmesi için. Bazen bir tavsiye, “yatay geçiş yapsın” diye. Bazen okkalı bir dayak, babamın evi terk etmesine yol açan son damla olarak. Bazen bir sözcük, “evet” ya da “hayır” veya sadece söylenmesi gerekirken söylenmemiş bir cümle.

Kadın ölmedi, yaralanmadı bile. Hastaneye götürmek için bir süre ısrar etti çarpan adam ama kadının ocakta yemeği vardı, zaten çocuğu da komşuya bırakmıştı. Biraz para ve bir kağıda yazdığı telefon numarasını kadına verip arabasına tekrar bindi adam. Kalabalık dağıldı, trafik açıldı ama çok geçti. Tren istasyonuna gittiğimde trenim kaçmıştı.

Bir sonraki trene bilet almam gerekirdi ama yurda döndüm, üç kişi paylaştığımız odaya tekrar yerleştim. Yurdun kapanmasına bir ay vardı ve iş bulmak için oldukça kısıtlı bir zamandı. Kendi kendime, bu bir ay içinde iş bulamazsam Adana’ya döneceğime söz verdim. Kaza geçiren kadın, tamamen dalgınlığı yüzünden ya da bir an önüne bakmadığı için hayatımın geri kalanını İstanbul’da geçirmeme yol açmıştı. Hayatımın geri kalanı da fazla değildi zaten.

İş bulmam üç hafta sürdü. Özel şirketlerin insanın canına okuduğu bir dönemdi (her dönem gibi). Mesaim on iki saatti ama kazandığım para buna değerdi. Öldüğüm mahalledeki kaloriferli daireyi bulana kadar iki ev değiştirdim. İlkinde tesisat berbattı, sifon adeta basınca vakumlaması için değil püskürtmesi için üretilmişti. İkincide soba vardı ve evin sadece bir odasında yemek yapıp, uyuyup, tuvalete gitmem mümkün olmadığı için evde olduğum sürenin yarısını donarak geçirdim. Aslında Tülin beni caydırmasa orada yaşamayı sürdürebilirdim. Ama sevgilim -tüm kadınlar gibi- istediğini en kibar yoldan ve kesinlikle yaptırırdı.

“Soğuk algınlığından ölünmez Tülin” demiştim ona, benim için endişelendiğini söyleyince. Oysa ne kadar muhtemel bir şeymiş soğuk algınlığından ölmek. Yerde yatma sebebimi, ölüm şeklimi senaryo olarak sunsaydım bir yerlere, şaka yaptığımı zannederlerdi.

Sonunda maaşımın el verdiği kaloriferli bir daire bulup taşındım da Tülin’in başı göğe erdi. Taşınmamdan altı hafta sonra beni terk ettiğini düşününce, soğuk algınlığından ölmem gerçekten umrunda mıydı bilemiyorum. Belki sadece sevgilisinin sobalı evde oturması, kendi için belirlediği hayat kriterlerine uymuyordu.

Tülin’e hala kızamıyorum, terk eden kadınlara hayranım çünkü içten içe. Gidişi sahiden film sahnesi gibiydi, ne kadar ağlaması, ne söylemesi gerektiğini önceden planlamıştı sanki. Ne bir eksik ne bir fazla mükemmel bir ayrılık sahnesi yaşadık, elimi tuttu, biraz bekledi, hafifçe sıktı ve bıraktı. Kuruyemişçinin önünde, bakakaldım ardından.

Öldüğüm mahalleye Tülin yüzünden taşındım. Apartmanın karşısındaki iki katlı evde oturan Neyyire Teyze, taşınmamın ikinci günü portakallı kek yapıp getirdi bana. Yara izli adamlar tanımıştım ama bir kadının yüzünde bu kadar yara izinin ne aradığını bulamadım. Keki verirken gülümsedi, dudağı acıyordu belli. Dar, alabildiğine az hareket etmeye çalışan bir gülümsemeydi. Teşekkür edip keki alırken, buraya gelme niyetini hızla anlayıp, kısaca ‘kimin nesi olduğumdan’ bahsettim. Bilmek istediği her şeyi öğrenmiş olacak ki fazla kalmadı, kapının önünde dikilmeye bacakları da el vermemiş olabilir tabi.

Neyyire Teyze her gün iki posta dayak yerdi, sabah ve akşam, bütün mahalle kocası Muvakkar Bey’in sesiyle yankılanırdı. İlk zamanlar polisi çok çağırdım ama kısa süre de ben de diğer mahalle sakinleri gibi durumu kavradım. Neyyire Teyze şikayetçi olmuyordu kocasından. Gördüğü şiddete alışmıştı, yemek yemek gibiydi artık onun için, yadırgamıyordu bile. Şiddetine alışık tüm kadınlar gibi polis gelince kocasının önüne geçer, “Kim uydurdu, dayak falan yemiyorum ben!” derdi kanayan dudağıyla.

O adamın bir gün Neyyire Teyze’yi öldüreceğini hepimiz biliyorduk. İşin garibi Neyyire Teyze de biliyordu bunu. Ama bir pazar günü Sezen Aksu albümü almaya giderken beni neden vurduğunu hiç bilemiyorum.

Kar yağıyordu. Montumu giyip kendimi sokağa attım. Biraz evvel Nazan aramış, Sezen’in yeni albümünün çıktığını söylemişti. Amcam arayıp sormayı bıraktığım gerekçesiyle (aslında Adana’ya dönmediğim için) beni sevmediği yeğen ilan etmişti ama Nazan’la aramız hala iyiydi.

Muvakkar Bey’in sesini duydum ama pek önemsemedim, ta ki sokağın başında toplanmış kalabalığı görene kadar. Birileri “Yapma Muvakkar Bey, pişman olursun” “İndir silahını Muvakkar, polis şimdi gelir” gibi laflar ediyordu. Çocuklu kadınlar çocuklarına kaza kurşunu isabet eder diye geri çekiliyor ama asrın olayını kaçırdıkları için dudaklarını kemiriyorlardı.
Karışmaya hiç niyetim yoktu. Kalabalığa katılıp Muvakkar Bey’e “Aman yapma Muvakkar Bey” de demeyecektim, adam sokağın ortasında şov yapıyordu. Yolun olaya alabildiğine uzak tarafından, elli metre ötedeki müzik markete geçecektim, hızımı bile artırmadım.

Bir el silah sesi duyulunca, Neyyire Teyze ile Muvakkar Bey’in etrafını saran kalabalık bağırış çağırışlar eşliğinde sağa sola kaçıştı. Muvakkar Bey, insanları kovalamak için havaya sıkmıştı. Silahını tekrar kırk yıllık karısına doğrulttu. Korkutmuyordu, vuracaktı, gözünden anladım.

Geri doğru bir adım attım. Neyyire Teyze kaçmıyordu, aslında nefes almayı hatırladığından bile emin değilim. Titrediğini fark ettim, bu mesafeden bile oldukça barizdi. Bir adım daha geri gittim, köşeyi dönüp kaçacak, silahın menzilinden çıkınca birilerinin çoktan yapmış olduğunu tahmin etsem de polisi arayacaktım. Belli mi olurdu, karısını hallettikten sonra gözü döner, rastgele etrafa sıkardı belki. Bir adım daha gittim ve o anda fark ettim: nasıl bir hatta durduğumu. Muvakkar Bey, Neyyire Teyze ve ben, iğrenç bir doğruya dizilmiştik. Neyyire Teyze’nin omzunun üstünden silahı görüyordum. Bir adım daha geri gittim ve bom! Neyyire Teyze sanki kendisi ölmüş gibi çığlık attı. Muvakkar önce silaha, sonra karısına baktı. O vurduğuna, beriki de vurulduğuna o kadar emindi ki ben bir süre içime giren kurşunu algılayamadım.

Muvakkar iki metre önündeki karısını tutturamamış ama beni tam kalbimden vurmuştu. Salak herif diye saydı beynimin bir köşesi. Madem vuramayacaksın, ne diye aldın silahı eline.
İçimde ilk an soğuk gelen ama sonra vücut sıcaklığımla ısıttığım bir kurşun, yerde yatıyorum. Ne düşüneceğimi sapıtmış haldeyim. Acaba beyaz karların üstünde kırmızı kanım şairane bir görüntü oluşturmuş mudur diye düşünürken buluyorum kendimi. Karları temizleyen belediyeye kızıyorum. Öleceğimi bilseydim Neyyire Teyze’nin önüne atlar, kahramanlık yapardım. Amcam televizyonda görüp gurur duyardı, “Çok severdim, çok iyi çocuktu.” derdi gelen muhabire, “Son zamanlarda aramız iyi değildi” kısmını kendine saklardı belki. Utanıyorum aklımdan geçenlere. “Sezen’i getirin!” diye bağırmak geliyor içimden, ya da yakınlardaki birine bir çift son söz söylemek.

Beynim kabul etmiyor, ölümümün bir amacı olmalıydı. Beni bu ana sürükleyen bütün olayları hatırlıyorum tek tek, hiçbir sebep yok. Kazara öldüm. Başkası için hazırlanmış bir tuzağa düşmek gibi, aptal hissettiriyor.
Birden geliyor aklıma.
Şimdi anlıyorum.
Ben o kaza kurşununa kurban giderken boşuna –amaçsız ve sebepsiz- ölmedim. Hatta o kadar müthiş bir sonucu vardı ki ölümümün. Muvakkar Bey tutuklanacak, en iyi ihtimalle 20-30 yıl hapiste kalacak. Ben ölerek, Neyyire Teyze’ye tam yirmi yıl daha yaşama şansı verdim. Gelip kapıma “Ömrünün yirmi yılını bana verir misin?” dese “Olurdu ama akbilimi yeni doldurdum Neyyire Teyze.” derdim. Şimdiyse o sormadan ya da bana hiç cevap verme şansı bırakılmadan, birdenbire ölüvermiştim yirmi sene vererek ona. Hem de dayaksız, işkencesiz bir yirmi sene.
Sebepsiz öldüğüme inanmak istemiyorum.
Tren raylarına işediğim için ölmedim.
Ben, doğduğum yerden dokuz yüz otuz dokuz kilometre uzak bu şehirde, daha önce hiç görmediğim bir kadına yirmi yıl vermek için öldüm.

Nur Gürleyük / Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi