Bugün 02 Aralık Pazar. Aralık ayını hiç sevmiyorum. Yılın son ayı olduğundan mıdır diye sorarken kendime, bir terk edilmişlik hissi uyandırıyor içimde. Bilemiyorum, belki de koca bir yılı terk edip gittiği içindir. Bu terk edişin yeni bir yılın, yeni planların, yeni hayallerin habercisi olması içimi ısıtırken, çeşmeyi açıp, yüzüme çarptığım buz gibi su ile kendime geliyorum. Saat sabah 06.00, hava çok soğuk ve karanlık.
Büyükçekmece Bisiklet Kulübü’nün organize etmiş olduğu, “Küçük Adımlarla Büyük Mutluluk” sloganıyla yola çıkarak hareket ettiğimiz Çatalca Aydınlar Köyü Doğa Yürüyüşümüz var. İçimde tarif edemediğim bir heyecan. Farklı bir rota, yeni arkadaşlıklar, yeni bir tecrübe.
Kendimi dışarı attığımda havanın umduğundan daha soğuk olduğunu hissediyorum, içim titremesine rağmen, arabam sanki terlemiş. Yerlerin kuru olduğunu gördüğümde, arabanın üzerine çiğ inmiş olduğunu anlıyorum ve içimde tarifsiz bir mutluluk oluşuyor.
İstanbul henüz uyuyor, sadece üşüyen ben değilim, adeta şehir üşümüş, caddeler başıboş ve ıssız. E-5 ihtişamını kaybetmiş. Gün ortasındaki keşmekeşinden eser bile yok. Camı açıp “Havan kime E-5” diye bağırasım gelmedi desem yalan olur. Pazar günlerinde insanların erken kalkmadığı bu şehrin, taş, tuğla, çelik binalarla dolu olup, bütün kentin binalara teslim olduğunu, henüz güneş doğmamış olsa da, gündüzden daha iyi görebiliyorum. Toplanma bölgemiz Mimaroba’ya varıyorum. Arabayı park edip atıyorum kendimi dışarı, arkadaşlarla buluşup herkes tamam olduğunda Belediye’nin sağladığı servis ile çıkıyoruz yola.
Varış noktamız Çatalca Aydınlar Köyü.
Hoş sohbet, tanışma ve muhabbet eşliğinde, yolculuğun ne kadar sürdüğünü bile anlamadan, zamanı su gibi geçirip, varış noktamıza ulaşıyoruz. Bay-bayan, genç ve yetişkin olmak üzere 23 kişilik bir ekip ve küçümsenemeyecek sayıda kalabalık bir grup ile yürüyüş yapacağız. Heyecanlanmamak mümkün değil, çünkü doğada geçirdiğim zamanlar çok heyecan verici ve benim için çok farklı bir duygu. Eminim diğer arkadaşlarım içinde öyledir.
Aydınlar Köyü girişindeki koca cami bizi heybetiyle karşılarken, bu küçük yerleşim yerindeki tüm sokaklar bu heybetli caminin bulunduğu meydana çıktığını düşünüyorum. Köyün sessiz sahipleri olan köpekler, bekledikleri bir dostları gelmiş gibi yarı merak, yarı lakaytlıkla, kuyruk sallayarak hoş geldin dileklerini sunuyorlar. Hepimizin yüzünden okunan tatlı sevinci, zaman zaman gökyüzünü kaplayan bulutların gücü bile gölgelemeye yetmiyor. Yaşadığımız o tatlı sevinç, köpeklere de sirayet ediyor olsa gerek ki, yabancı olduğumuzu anlayıp havlamaktan ziyade, cilveli bir şekilde etrafımızda pervane oluyorlar.
Herkesin, yürüyüşe biran evvel başlamak için sabırsızlandığını görmediğimi söylesem yalan olur. Artçı ve öncülerimiz olmalı, geride kalanlara destek olup, kimseyi arkalarda bırakmamalıyız. Esasında bize yakışanı da budur. Doğa yürüyüşü ile ilgili teknik detayları konuşup ısınma hareketlerimizi yaptıktan sonra, az önce bahsetmiş olduğum o heybetli caminin arkasından başlayan, tasviri mümkün olmayan masalsı bir cennete doğru, yürüyüşe koyuluyoruz. Az önce hepimizi sevgiyle karşılayan köpekler davetsiz misafir misali bizlere eşlik ediyorlar.
Yürüyüşün ilerleyen km’lerinde sözümü geri almak zorunda kalacağımı hiç bilmeden, patikanın başlangıcında fazla çamur olmamasına sevinerek, “bu patika böyle gider, fazla çamur olmaz” diye geçiriyorum içimden. Nemli toprak, kokusunu etrafa yayarken, kuru yapraklarını dökmüş, çıplak ağaçların mum gibi sıralandığı yolda ine çıka ilerliyoruz.
Yaklaşık üç km sonra “patika yol bitiyor ve bir an sanki hepsi bu kadar mı? Oysa daha yeni başladık.” diye düşünürken, başını beyaz bulutlara değdirmek için yarışırcasına uzanan irili ufaklı ağaçların arasından, ağaçlara şarkı söyletircesine akan soğuk derenin kenarına varıyoruz. Duygularını açıklayan canlı bir kitap misali olan doğanın bu görsel parıltısı gözlerimizi kamaştırırken, aynı zamanda insanın yaşama sevincini yükseltiyor. Herkes karmakarışık duygular içinde sağa sola saçılarak fotoğraf çekilmeye ve yaşadığımız anı hissetmeye başlıyor. Haykırmak istiyorum, “Heeeyy bıkmadınız mı dört duvar arasından?” Sanki ait olduğum yer dört duvar arası değil de şuan bulunduğum yer. Sanki her yerdeymişim ve sanki hiç yokmuşum gibi hissediyorum. Diğer arkadaşlarımın da benzer duygusal hisler içinde olduğunu tahmin edebiliyorum.
Burada kalıcı olmadığımızı hatırlatan, daha bunun bir başlangıç olduğunu, ileride çok daha güzel yerler ile karşılaşacağımızı ve beş dakika sonra hareket edeceğimizi söyleyen o ses ile içinde bulunduğum hislerden sıyrılıyorum.
Yolumuzun devamı, doğanın her tonuyla karşımıza çıkan ormanda, yere düşen kızıl, turuncu, sarı ve kahve renklerindeki sonbahar yapraklarına basa basa, kıvrıla kıvrıla akan dere boyundan ve her an bir şey olacakmış gibi, doğru yolda mıyız diye gelen sesin içimi ürperttiği hisle ürkütücü dar yollardan geçiyor. Aslında hepimizi kendine âşık eden doğanın o sonbahar renkleri değil mi? Her şey sanki bir rüyadaymış gibi, etraf gittikçe daha esrarlı bir masal dünyası hâlini alıyor.
Yol üstünde bulunan, topraktan fışkırmış ağaç kökleri bütün gücüyle sımsıkı sarılmış toprağa. Kayaların üzerindeki kabarık yosunlar, yerlerdeki mantarlar, yer yer derenin sesi. Köpekler ise rastgele koşarak bizimle ilerlemeye devam ediyorlar.
Üzerine halı serilmiş gibi yemyeşil ve tüm ekibin kendine yer bulabileceği kadar cömert bir alanda ikinci molamızı verdiğimizde, zamanın su gibi akıp gittiğini, birçok arkadaşımın yüzünde açlık ve yorgunluk hisselerinin uyandığını görüyorum. Burada herkes çantasında taşıdığı yiyecekler ile açlığını bastırdıktan sonra tekrar yola koyuluyoruz. Yürüyüşün neredeyse yarısını tamamlayarak, derenin üzerinden geçeceğimiz beton köprüye ulaşıyoruz. Beton köprünün yıkılmış olduğunu biliyorduk ancak etkinliğimizin bir hafta öncesine kadar aralıksız yağan yağmur sularının, dereyi ne denli yükseltmiş olduğunu tahmin edememiştik.
Dereye girip ıslanmadan karşı kıyıya geçebileceğimiz bir yer arıyor, etrafımıza bakınıp duruyoruz. Karşı kıyıya geçemezsek, doğa yürüyüşümüz burada sonlanacak ve geldiğimiz yerden geri dönmek zorunda kalacağımızı aklımızdan bile geçirmek istemiyoruz. Bazen çaresiz kaldığınızı bilip, yapılacak bir şey olmadığına inanır ve iki arada bir derede kalır, ne yapacağınızı bilemezsiniz. İşte tamda bu atasözündeki gibi iki arada ve gerçekten bir derede kaldığımızı anlıyorum. Tren yolu yapmak için rayları döşerken, önünüze bir dağ çıktığında son istasyonu oraya kuramazsınız, ya dağı delip tünel açar ya da yanından geçersiniz. Bizde son istasyonu buraya kurmayacaktık. Çabuk pes eden insanlar hayatta birçok işte başarı sağlayamazlar. Çünkü hayatımız birçok zorluklarla doludur. Başarı için kararlı ve azimli olmak gerekir. Bizde pes etmeyecektik.
Ne yazık ki karşıya ıslanmadan veya dereye girmeden geçebileceğimiz bir yer bulamıyoruz. Yılmadan, yorulmadan bu rotayı tamamlamaya kararlı ve azimliyiz. Karşıya en yakın ve en sığ olduğunu düşündüğümüz yere, elden ele taş taşıyıp, suyun derinliğini azaltarak, kendimize geçecek bir yol yapmaya çalışıyoruz. Bu vesile ile sadece ayaklarımız ıslanmış olacağını düşünüyoruz. Elden ele koca koca taşlar taşınıyor, bir kaçı alakasız yere düşmesine rağmen diğerlerini isabetli bir şekilde atarak yolu yapıyoruz. Ayakkabılarımızı çıkartarak, çıplak ayak dereden geçmeye başlıyoruz. İlk olarak sevgili başkanımız ve akabinde hepimiz aynı yöntemle dereyi geçiyoruz.
Kararlılık; yılmadan çalışmak ve ne olursa olsun asla vazgeçmemek demektir. Kararlı olan insanlar zorluklar karşısında hemen pes etmeden mücadele eder ve sonunda başarıya kavuşur. Bu da ancak azim ve kararlılık ile mümkündür. Yazın ortasında bile buz gibi olan derenin suyu inanılmaz soğuk olmasına rağmen suya girerek ayaklarımızı hissedemeyecek kadar soğuk olan dereden geçiyoruz. Üşüyen herkes ne diye bağıracağını bilmeden istemsizce “uuuuu uuuu” diyerek bağırıyor.
Bu geçiş hepimizi derenin bize yakın tarafında bulunan, yıkılmış beton köprünün bir bölümüne ulaştırmış oluyor. Şimdiki hedefimiz, ikinci ve son bölümü geçmek. İşte asıl bundan sonraki bölüm daha derin ve daha zorlu görünüyor. Bütün enerjimizi önceki geçişe harcamış olduğumuz için bu aşamayı hiç hesaba katmadığımızı anlıyor ama en nihayetinde derenin bir kısmını geçmeyi başardığımızı biliyoruz. Artık bundan sonra tekrar o soğuk suya girip geri dönmeyi kimsenin gözü kesmediği için önümüzdeki suya girip karşıya geçmenin daha mantıklı olacağını düşünüyoruz. Bu aşamada fazla bir seçeneğimiz yok ve artık ıslanma kaçınılmaz fakat biz bunu hayal etmek bile istemiyoruz. En az seviye ıslanma ile dereyi geçmemiz gerekiyor. Çünkü hava çok soğuk ve bu soğuk havada ıslak ıslak hasta olmak kaçınılmaz bir hal alabilir.
Hepimiz paçalarımızı daha da yukarı sıvadıktan sonra bir ağacın dalından da destek alarak karşıya geçmeye başlıyoruz. Burada teknik bir hareket var. Dalı sımsıkı tutup bir nevi barfiks pozisyonuyla kendini karşıya atlatabilen hiç ıslanmıyor ki bu çok zor bir hareket, tek elle tutup bir bacağını suya sokup atlayanın tek bacağı ıslanıyor. Dalı tutup, atlarken elinden kaçıran direk suya düşüyor. Öyle ya da böyle bir şekilde karşıya geçmemiz gerekiyor. Birçok arkadaşımızın üstü başı, çorabı, ayakkabısı sırılsıklam oluyor. Yılmadan, vazgeçmeden bu aşamayı da geçmiş oluyoruz.
Köpeklerin buradan geri döneceklerini, bu aşamayı geçemeyeceklerini düşünüyorum. Herkes sırayla karşıya geçtikten sonra köpekler bir bize, birde geçtiğimiz yerlere bakarak, bizimle aynı yöntem ile inanamayacağım bir şekilde, herkesi hayretler içerisinde bırakıp dereyi geçerek hepimizi şaşırtmış ve bizi bu yolculuğumuzda yalnız bırakmıyorlar.
Turun zorlu aşamalarını geride bırakarak yolumuza devam ediyoruz. Artık önümüzde bizi bekleyen bir tırmanış ve ardından birkaç km düz yürüyüşümüzden sonra başladığımız köye, dönüş istikametinden ulaşmış ve başarmış olmanın mutluluğunu yaşayacaktık. Yürüyüş bittikten sonra hepimizin, belki de ömrü boyunca hiç unutamayacağı olacak. En azından ben, kendim için çok değerli anılar biriktirmiş olacaktım.
Şimdi tırmanışa başlıyoruz. Engebeli yokuş baş gösteriyor. Yokuştan inen yağmur suları yol yapmış ve derin oyuklar açmış, şehrin pis havasına aşina ciğerlerim şuan bayram ediyor, temiz havayı içime çekiyorum. Hiç el değmemiş buralara, el değince buralarda betona dönüşeceğini düşünmek bile istemiyorum. Yokuşun yarısına çıktığımızda, geri dönerek aşarak geldiğimiz ormanı, ıslanarak geçtiğimiz dereyi görmeye çalışıyorum ama ağaçlardan görünmediği için şöyle bir gözümde canlandırıyorum. Yokuş tırmanırken vücudum ısınmış olsa da, dereyi geçme kısmını hayal ederken bile tir tir titriyorum. Dereyi türlü türlü badirelerle geçtikten sonra zirveye ulaşma hissi bana mutluluk veriyor. Zirve herkese mutluluk verir ama asıl mutluluk veren kısmı oraya ulaşırken yaşadıklarımızdır. Çünkü zirve başarının habercisidir. Hepimiz azim ve kararlılık ile zirveye ulaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Manzaranın en güzel göründüğü yerde soluklanmak için beklerken sonsuzluğu kucaklamak ister gibi kucaklamak istiyorum doğayı, açıyorum kollarımı, kartallar gibi özgürce süzülmek istiyorum. Şehrin şamatasından uzak haykırmak istiyorum doğaya.
Artık yürüyüşün son demlerindeyiz. Emek verdik, gayret ettik, çaba gösterdik ve tamamladık. Belki yorulduk, belki üşüdük ama kararlılıkla vazgeçmedik. Artık rotamızın tamamlanmasına 2-3 km. kalıyor. Hepimiz yorgun, ayaklarımız çamurlu ve çoraplarımız ıslak olsa da son km’leri gördüğümüze sevinirken bir yandan da içimizde buruk bir his kalıyor. Artık bitirmeye odaklanırken etrafındaki ağaçların ortasında kalan, içindeki canlıların sustuğu, ağaçların gölgelerinin içine dolduğu, usulca bekleyen bir gölet karşımıza çıkıyor. Gölün etrafında soluklanırken çektiğimiz fotoğraflar, üzerimizdeki yorgunluğu alıp götürüyor hepimizden.
Yolumuza devam ediyoruz, kısa bir süre daha yol aldıktan sonra karşımıza, ızgara yaparken içindeki kömürünün nasıl yapıldığını daha önce hiç düşünmediğim, bir emeğin öyküsü, bir kıvılcım ile tutuşmak üzere hazır bekleyen konik şeklinde, kalemliğe dizilmiş kalemleri anımsatan, muntazam bir işçilik ile sıralanmış odun istiflerine denk geliyoruz. Oysaki uzaktan bir çadıra benzetmiş olduğum bu odun istifleri, içten içe sessiz sedasız günlerce yakarmış kendini. Orada anlıyorum mangal kömürünün çok uzun ve zahmetli bir aşamadan geçtiğini.
Bize eşlik eden sessiz dostlarımız olan köpekler son metrelerde yaptı yapacaklarını. Bizi derinden üzdüler. Acı bir sürpriz yaşattılar. Köye yaklaştığımız sıralarda ufak bir kediye saldırdılar, bağırıp, koşup yetişene kadar yavru kediye zarar verdiler. Kedi, gözlerimizin önünde can çekişiyor, onun son çırpınışlarını izlemek hepimize acı veriyor. Kelimelerin anlamını yitirdiği an ve ne yapacağımızı bilemiyoruz derken kedi son nefesini gözlerimizin önünde verdi. Artık yapacak bir şey yoktu. Alıp kenara kaldırdık ama sonunda böyle bir üzücü olaya şahit olmayı hiçbirimiz istememiştik.
Bu maceraları doğa yürüyüşümüzün ardından kalan buruk acı ile köy kahvesinde oturup dinlenirken söylediğimiz çaylar ile kendimize geldik. Artık tur bitmişti ve hepimizin yüzünden başarmanın mutluluğunu okunuyordu.
Doğayı gezmek görmek ve yaşamak gerek. Doğayı betimlemek, kelimeler ile doğayı anlatmak çok zor.
Umarım benim yazarken duyduğum hisleri, siz de okurken duyarsınız.
Sevgiyle, yazıyla, sanatla, bisikletle, doğayla, sporla, edebiyatla, kitapla ve sağlıcakla kalın.
Her şey gönlünüzce olsun.