Osmanlı Devletinde Ordu Teşkilatı

Sürekli bir toprak genişlemesi politikası izleyen bir devletin askerî varlığının her şeyden önce gelmesi olağandır. Osmanlı devleti de öncelikle askerî bir İmparatorluktu .  Anadolu öncesi Türk toplumlarında olduğu gibi savaş hâlâ bir geçim kaynağıdır.

Toplum bütünüyle savaşa yönelmiş, savaşa göre örgütlenmiş; askerîleşmiş, ordulaşmıştır. İmparatorluğun altı yüzyıllık ömrünün yarısının savaşlarla geçtiğini anmak bu durumu kanıtlamaya yeterli olacaktır. İmparatorluğun başkentleri bile sık sık değişerek Batıya doğru ilerlemeleriyle askerîliğin güzel bir örneğini daha verirler.

Bu askerîlik başlıca üç örgütte kurumsallaşmaktadır :

  1. Sınır (uç),
  2. Taşra ve
  3. Merkez orduları.

Önce de değindiğimiz gibi sınır orduları İmparatorluğun ilerleyen kolunu oluşturan uç birliklerdir. Bu öncü güçler özellikle gelişme dönemlerinde önem taşımış ve devleti bir bakıma peşinden sürüklemiş askerî odaklardır. Öyle ki uç birliklerini denetimi altında tutabilmek kaygısıyla devlet uç noktalarına yakın olmak için başkentlerini sürekli olarak uçlara doğru taşımıştır.

Osmanlıda Sipahiler

Asıl iki büyük ordudan birini oluşturan Taşra ordusu doğrudan doğruya tarımsal üretimle iç içe bir örgütlenmeyi örnekler. Daha çok atlılardan oluşan birlikler olduğu için Sipahi adıyla anılan bu ordu kolu hem, tabandaki savaşçısı aynı zamanda üreticilik yaptığı için hem, üzerindeki Timar sahibi tarım vergilerini topladığı için uzun süre devletin en büyük iç gelir getiricisi olacaktır. Sipahi ordusu üretimle savaşı bütünleştiren bir ordudur.

Barış zamanında tarım emekçisi olan Reaya Sultanın her çağrısında savaşa koşan bir Cebeli olur. Sipahi askerleri Türk köylüsünden oluşur. Savaşta önemli görevler üstlense de devlet karşısındaki varlığı geçici nitelikte olduğu için, kurumsal bir süreklilik göstermediği için Sipahi askerleri köylü kökenli bir ordu oluştursa da köylülük sorunlarını devlete yansıtabilmekten uzaktır.

Halk tabakalarının çıkar ve özlemlerini devlet katma iletebilecek bir toplumsal katman oluşturmalarına karşın Sipahi askerleri doğdukları toprağa adeta devletin çivilediği insanlar olarak bu işlevi gerçekleştirememişlerdir. Çünkü Reaya oğlu Reayadır. Reaya doğan Reaya ölür. Doğduğu ya da bağlı olduğu topraktan uzakta yakalanan Reaya on yıllar sonra bile takrar eski yerine gönderilir. Bütün bu, insanları toprağa bağlama kaygısı istikrarlı devlet arayışının bir sonucu olsa gerekir. Herkesin yerini bildiği ve kimsenin yerinden kıpırdamadığı bir toplum herhalde düzenli olur diye düşünülmüştür. Ve uzun süre de böyle olmuştur.

Sipahi ordusu yatay bir ordudur. İmparatorluğun her yerinde bulunan bir askerî örgüttür. Savaşlardan başka taşrada merkezin varlığını anımsatan bir güçtür. En azından merkezin yerel vergi toplayıcılığını üstlenmiştir. Sultanın kendilerine belirli kamu görevleri karşılığında verdiği toprakların mülkiyetine sahip olamayarak işletilmesi ve vergilendirilmesiyle yükümlüdürler.

Türklerde Askerlik
Türklerde Askerlik

Sipahiler böylece hem askerî hem ekonomik olmak üzere iki işlevi yerine getirmektedirler. Bir yandan kendilerine verilen toprağın büyüklüğüne göre bu topraklarda çalıştırılan köylülerin “artık ürünü”nü merkeze aktarmak öte yandan da Sultanın emri üzerine savaş zamanlarında sayısı toprakların büyüklüğüne göre önceden saptanmış askeri donatmak ve hazır etmek. Bu hizmetler karşılığında da yine toprak büyüklüğüne göre yıllık bir ücret almak (Timar sahipleri 3.000 ile 20.000 akçe, Zeamet sahipleri 20.000 ile 100.000 akçe ve Has sahipleri de 100.000 den yukarı olmak üzere ücretlendiriliyordu.) Gerek bu gelirleriyle gerekse toprak sisteminin giderek bozulmasıyla Sipahiler kendi maaşlarını kendileri vergiler üzerinden almaya başlamaları sonucu belki de Osmanlı toplumunda özel mülk ve sermaye biriktirebilecek konumdaki tek değilse bile başlıca toplumsal kesimi oluşturuyorlardı. Vakıflar ya da benzeri kamu hizmeti amacıyla başlatılmış bazı girişimlerin özelleşmesi yoluyla bir sermaye birikimi yanısıra olası bir Osmanlı Burjuvazisi herhalde taşra askerî yapısı içinden çıkabilirdi. Fakat yer yer değindiğimiz özel girişimleri, birikimleri ve kamuyu gölgede bırakan yükselişleri yakından izleyip denetim altına almaya özel gayret gösteren devlet yapısı bu gibi sınıfsal gelişmelere göz açtırmayacaktı. Ne zaman sistemde çözülme başlayacak o zaman da Batıya göre geç kaimmiş olacaktı.

Sipahiler Osmanlı tarihinin başlarında ordunun temelini oluştururlarken Yeniçerilerin zamanla önem kazanmaları nedeniyle önemleri de sayıları da giderek azalmıştır.

Sayılarla Sipahiler ve Yeniçeriler

Yeniçerilik Osmanlı ordusunun merkez kolunu oluşturan ve Türk askerîliğini dış dünyaya tanıtan örgüttür.

Yeniçerilik maaşlı, sürekli ve profesyonel bir ordudur. Bu niteliğiyle daha önce de değindiğimiz gibi çağdaş orduların öncüsü ve habercisi sayılabilir. Nitekim Yeniçerilik bir çok Avrupa ordusuna örnek olmuştur.

Kuruluşu XIV. yy. ortalarına çıkan (1362 ?) Yeniçeriliğin başlıca özellikleri bilinmektedir: Türklerin egemenliği altındaki Hristiyan halkların çocuklarından kurulan, ömür boyu bekar, aile ve toplum bağlarından koparılmış, İslamlaştırılmış, Sultanın kayıtsız şartsız emrinde olacak biçimde yetiştirilmiş, seçkin bir askerî örgüt.

Bu örgütün Osmanlı toplum ve devlet anlayışı üzerinde son derece ciddi ve kalıcı etkiler bıraktığımı düşünebiliriz. Hatta bilinen zorluklarla ortadan kaldırıldıktan sonra da onun simgelediği devlet ve ordu anlayışının daha uzun süre yaşayacağını söyleyebiliriz.

Bu nedenle Yeniçeriliğin üzerinde biraz ayrıntılı durmakta yarar görüyoruz. Yeniçeriliğin temeli olan Devşirme yönetiminin önceleri Selçuklu ordularında kullanıldığı bilinmekle birlikte kapsamlı ve sürekli bir yöntem olarak Osmanlıların çok ileriye götürdükleri açıktır. İlk olarak I. MURAT’ın Uç Beylerinin bağımsızlaşarak yarı-feodal güç odakları oluşturmalarına engel olmak için merkezî bir askerî güç kurmak istemesiyle başlatıldığı sanılan Yeniçerilik yalnız askere alma yöntemleriyle değil aynı zamanda eğitimiyle de, çağdaşlarından değişik bir askerî “pedagoji” uygulayarak, dikkat çekmiştir.

Bu askerî pedagoji eski Roma diktatörlerinin en sadık askerleri olan Pretorien’lerle günümüz robotlarını andıran bir savaşçı türünü yaratmaya yönelmiştir. Tam bir meslek ordusu söz konusudur ve meslek ordularında görülen hizmetine girdiği otoriteye sonsuz itaat olgusu burada en yüksek noktaya ulaşmıştır. Askerî eğitimin temelleri yine eski Türk geleneğinden alınmıştır. Öyle ki Orta Asya’dan gelen kazan ve ocak gelenekleri Yeniçeriliğin “terminolojisini oluşturmaktadır. Askerî rütbeler bile mutfak sözlüğünden alınmıştır. Tek örgütsel yenilik eskiden daha çok atlı askerîlik egemen iken Yeniçerilerle birlikte Piyade savaşçıların orduda yerlerini almasıdır.

Yeniçeri eğitimindeki bir başka yenilik ise din bakımındandır. Koyu bir Sünnîliğin egemen olduğu bir İmparatorlukta Bektaşîlik gibi yadsınan bir din anlayışınm merkezî ordu gibi bir kurumda etkinlik kazanması gerçekten açıklanması gereken bir durumdur. Hıristiyan çocuklarının bir çeşit Bektaşîlik gibi hoşgörülü bir mezhebin sağlıyacağı bir yumuşak uyumla Osmanlı düzenine bütünleştirilmesi için mi göz yumulmuştur? Sıkı disiplin, bekâr yaşamı ve ömür boyu bağlılık görevlerinin daha kolay benimsetilmesi için mi? Ayrıca Bektaşîliğin taşıdığı insancıl, evrensel değerlerle Yeniçerilerin savaşkanlıklan nasıl bağdaştırılmıştır.? Bunlar ve başka sorular tarihçilerin açıklamalarını bekliyor.

Türklerin yerleşik düzene geçişle birlikte ortaya koydukları bir askerî örgüt olan Yeniçerilik eski geleneklerinden bir ölçüde değişik bir nitelik taşımaktadır. Çünkü şimdiye kadar kendileri üstlenmiş oldukları savaş işinin bir kısmını Yeniçerilikle birlikte başka halklardan topladıkları tutsaklara gördürmeye başlayacaklardır. Burası son derece önemlidir. Demokratik denilse de devlet güvenliğini halk güçlerinin katkısıyla sağlamak demek olan eski askerîlik ve şimdiki Sipahilik karşısında Yeniçerilik toplumla bütünüyle bağlarını koparmış, neredeyse toplum dışı bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Yalnızca toplum dışı değil aynı zamanda toplum üstü bir varlık olarak Sipahilere oranla devlet ve toplum gözünde onlardan daha üstün bir prestij kazanmıştır. Çünkü neredeyse kutsal bir dokunulmazlıkla korunarak devletin kilit noktasında bir konumda yer almışlardır.

Hem toplum dışı hem toplum üstü böylesine güçlü bir örgüt sonunda siyasal iktidarın yabancılaşmasına yol açacaktır.

Yeniçerilerin toplum dışılığına en tartışılmaz örnek askere alınma yöntemleridir. Bilindiği gibi özellikle ilk dönemlerde esas olarak Devşirme yolu ile Yeniçeri ocağına asker alınmakta idi. 5-20 yaşları arasında öksüz, yetim, çoban, kel, fodul, köse, evli olanlarla Türkçe bilenler dışlanarak çeşitli aralıklarla seçilen Hristiyan çocukları özel bir eğitimden geçirilerek kendi halk ve ailelerine tümüyle yabancı bir ideoloji ve kişinin (Sultan) hizmetine verilmektedirler. Sonunda çarpıcı bir görünümle karşılaşmaktayız:

Balkanlardan toplanmış Hristiyan ailelerinin çocukları dönüp halklarına, belki de kendi ailelerine karşı Türklerden daha gözü pek bir savaşkanlıkla saldırmakta hatta Sultanı Türklere karşı bile koruyacak ve Sultandan çok sutancı bir bağlılığın örneklerini vermektedirler. Böyle bir yöntemin Balkan halkları üzerinde korkunç izler bıraktığı düşünülebilir ve kuşkusuz öyledir de. Fakat henüz ulusçuluk dalgasmm kavrayıcı bir biçimde yayılmadığı güvensizlik, karışıklık içindeki Avrupa’da Osmanlıların bazen kurtarıcı ve geçim kapısı olarak da görüldükleri olurdu. Onun için onların her zaman devşirmeyi bir çeşit “ kan vergisi ” ve Osmanlıları zalim ve çocuk hırsızı görülmediklerinin de örnekleri vardır. Zamanla Yeniçerilik öylesine çekici bir iş olacaktır ki pek çok Hristiyan genci Büyük Sultanın hizmetine girebilmeyi bir düş gibi görecektir.

Yeniçerilik bu halklar için bir çeşit toplumsal yükselme olanağı yaratırken Türklerden, bundan yoksun kaldıkları için, çocuklarını Hristiyan göstererek Sultanın ayrıcalıklı kulları arasına sızmaya çalışanlar olmuştur. Bu da gösteriyor ki artık Yeniçerilik Kurumu Türklerin Orta Asya geleneklerine bir anlamda kopukluk getirmiştir. Şöyle ki eskiden Türklerin tekelinde sayılan savaşçılık mesleği bu kurumla yabancılara geçmektedir. Üstelik askerlik kavramı Türklerde salt ordu ile sınırlı tutulmadığından devşirmeler yalnız orduda sağlanan ayrıcalıklardan değil fakat bütün devlet görevlerinde yükselme olanaklarından yararlanır olmuşlardır. Bu yükselme salt yürütücü düzeyde de kalmayarak siyasal piramidin en yüksek zirvesine kadar varmıştır.

Bu ayrıcalıklar giderek Yeniçerileri devlet içinde en etkin topluluk konumuna yükseltmiş ve Saray içindeki güç dengelerinde karar merkezi durumuna getirmiştir. Öyle ki ortadan kaldırılma gereği anlaşıldığında bunun gerçekleşmemesi için ayaklanmalar, Sultan değişiklikleri… gibi ciddi devlet sorunları yaratacaklardır. Böylece dilde, kültürde, ekonomide yabancılara açılan kapılar orduda da açılmış olacak, Türklerin en eski mesleği yabancıların eline geçecektir.

Osmanlı ordularıyla ilgili gözden geçirmelerimizi sona erdirmeden bu orduların mevcutlarının genel bir değerlendirmesini yapmak yerinde olacaktır.

Her ne kadar Osmanlı ordu mevcudu devirden devire değişiklik geçirmişse de her zaman için çağdaşlarından büyük olmuştur. Sürekli savaşa hazır bir kaç yüz bin mevcutlu orduları hemen hemen hiç bir Avrupa devleti kuramamıştır. Avrupa’da XVIII. yy. sonuna kadar mevcudu 50.000’i aşan ordu görülmez. 100.000’i aşan ordular ise ilk olarak XIX. yy. başında NAPOLEON zamanında görülecektir.

Genel olarak Osmanlı ordusu çağdaşlarından daha büyük bir varlık göstermekle birlikte bunu her gözlemci kendine göre değerlendirmekte ve sonunda birbirinden farklı ve birbiriyle çelişen sayılarla karşılaşmaktadır. Bu değerlendirmeler en az yüz binden başlayıp bir milyona bile ulaştığı olmaktadır.

Bu büyük sayılar bir yandan Türklerin bir zamanlar askerî konularda evrensel düzeyde bir öncelik ve başarı gösterdiklerini fakat öte yandan böyle başarıların kalıcı olabilmeleri için başka alanlarda benzer başarılarla pekiştirilmesi gereğini vurgular. Toplumsal gelişmede öyle bir tarihsel dönem gelmektedir ki bu dönemde artık yalnız başına askerî egemenlik düşünülemez. İşte şimdi askerîliğin diğer bazı insan ve toplum değerleri karşısında gerilemesi aşamasına gelmiş oluyoruz.