Osmanlı İmparatorluğunda kent ve kasabaların ayrı bir hukuksal varlığı ve kişiliği söz konusu olmamıştır. İstanbul dışında büyük – küçük tüm topluluk yada yerleşmeler taşra sayılarak salt merkezi yönetimin taşra örgütlenmesi içinde yönetilmiştir. Buna göre, hemen her yerleşme birimi bir kaza’ya karşılık sayılmış ve kaza yönetimine bağlanmıştır. Bu nedenle, bugünkü anlamıyla yerel yönetimlerin Tanzimat’a kadar Osmanlı yönetim sistemi içinde yeri yoktur.
Topluluklara taşra örgütlenmesiyle genel hizmetler vermekle yetinen devlet, yerel hizmet gereksinmeleriyle ilgilenmediği gibi, bu konuda yerel yönetim örgütlenmelerine sisteminde yer vermemiştir.
Kısacası, Tanzimat’tan önce kent ve kasabalarda bugünkü anlamda belediye hizmeti gören bu örgüt yoktur. Bu dönemde topluluklara ilişkin kamu işleri devletin görev ve etkinlik alanı dışında kalmıştır. Yerleşmelerin bugün belediyelerce karşılanan ortak hizmet gereksinmeleri özel kuruluşlar ve örgütler tarafından karşılanmıştır.
Gerçi adı geçen topluluklarda kadılara bugünkü belediye zabıtasının üstlendiği çeşitli denetim görevleri verilmiştir. Kadı, kent topluluklarında saptanmış ilkelere göre esnaf ve zanaatkarları, üretilen malların niteliğini, satış fiyatlarını subaşıların yada ihtisap ağalarının yardımıyla denetlemekle yükümlü tutulmuştur. Bu konuda, esnaf loncaları da yiğitbaşları yada esnaf kahyalarıyla bir denetim işlevi üstlenmiş durumdadır. Ancak toplulukların gereksinmelerini karşılamak üzere çeşitli alt yapı ve toplumsal hizmetleri yerine getiren kurum, Osmanlı İmparatorluğu’nda kendine özgü bir yeri, örgütlenme biçimi ve hukuku olan “ vakıflar “dır.
Kamu yararına çalışan birer kuruluş olarak vakıflar, bugün belediye hizmetleri kapsamına giren su, aydınlatma, ulaşım, bakım, temizlik, sağlık, kültür ve eğlence gibi hizmetlerin yanı sıra her türlü toplumsal yardım işlevini yerine getirmede başlıca rolü oynamıştır. Kent ve kasabalarda, su tesisleri, çeşmeler, sebiller, köprüler, yollar, hastaneler, şifa evleri, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, konaklar, medreseler, ibadethaneler, imaret ve kitaplıklar vb. hep vakıfların ürünü olmuştur.
Vakıf , başta padişah ve ailesi olmak üzere varlıklı kişilerin, mallarını hayır (yardım) amacıyla bağışlamaları sonucu doğan bir kurumdur.
Osmanlı hukukunda vakıf, temellerini İslam hukukunda ( fıkıhda ) bulmuştur. Gerçi vakıflar, nitelik ve kaynakları bakımından her zaman bir özel hukuk kurumu olarak kalmışsa da gösterdiği gelişmelerle yönetsel bir kimlik kazanmış ve giderek bir kamu kuruluşu biçiminde devlet örgütü içinde yer almıştır.
Osmanlı vakıflarının önemli bir kesimiyle sonunda kamu tüzel kişiliğine dönüşmesi, İslam ve Osmanlı hukukuna özgü bir özelliktir. Giderek bir özel hukuk kurumu olmaktan çıkan vakıflar, Osmanlı İmparatorluğunda kamu hizmetlerinin büyük bir kesimini üstlenmiş durumdadır.
İslam hukukunda vakfın tanımı tartışmalıdır. Osmanlı uygulamasında temel alınan Hanefi fıkhına göre taşınamaz bir malın belirli bir amaç uğruna ilgililerin yararlanması için Tanrının mülkü sayılması ve bireysel mülkiyet konusu olmaktan alıkonmasıdır.
Vakıf mal, alım – satım yada rehin ve ipotek gibi bireysel mülkiyete ilişkin tasarrufların konusu değildir. Miri toprakların vakfıysa toprağın mülkiyeti için değil, geliri için söz konusudur. Bu tür vakıflar “ gayrı sahih ” sayılmıştır.
Fıkıh’da vakıf ilkece, Tanrı’nın isteği uyarınca hayır işlerine adanmaktaysa da, ondan yalnız dinsel inançlarla yararlanmak zorunluluğu yoktur. Tersine en yararlı vakıf halkın en çok gereksinme duyduğu alanlara adanmış olanıdır. Bu nedenle vakfın alanı ve kapsamı çok geniştir.
Vakıf, kamu hizmeti bakımından daha dar ve sınırlı amaçlara da yönelik olabilir. Özellikle “ avarız vakıfları “, bugünkü anlamda kamu hizmetiyle ilgilidir. Bu tür vakıflar, belli bir topluluğa yada belli bir meslek topluluğu yararına adanmış olabilir. Bunlar, söz konusu topluluklara karşılaştığı olağanüstü durumlarda yardımcı olmaya ve içinde bulundukları gereksinmeleri gidermeye yöneliktir.
Vakıfların hukuksal niteliğine gelince, tüzel kişilik kavramından yoksun bulunan İslam hukukunda sahibinin mülkiyetinden çıkan mal Tanrı’nın sayılmışsa da, gerçekte vakıf, ayrı ve bağımsız bir hukuksal varlığa sahiptir. Bu nedenle kendine özgü statüsü ve organları vardır. Vakfın statüsünü ( vakfiye ) saptayan, vakfı yapan kimse ( vakıf )’dır. Vakfın konusu, amacı, ilgilileri ve denetim ve yönetimini kapsamına alan vakfiye, başkalarınca değiştirilemeyecek bir hukuk kuralı niteliğindedir.
Vakıf mal, ya adandığı amaç için doğrudan kullanılır yada vakfın sürdürülmesi ve giderlerinin karşılanması için gelirleri kullanılır. Vakfın başlıca organı, koşullar uyarınca vakıf işlerini yürüten “ mütevelli “dir. Vakfın üzerinde devlet üstün bir denetim hakkına sahiptir.
Devletin vakıflarla ilgisi giderek artmış ve sonunda devletle ilişkisine göre çeşitli vakıf türleri ortaya çıkmıştır: Bunlardan birincisi, ayrı bir hukuksal varlığı bulunmakla birlikte doğrudan devlet tarafından yönetilen “ mazbut vakıflar “dır. Mazbut vakıfların yönetimi devlet memurları yada 1826 dan başlayarak Evkaf Nezareti tarafından üstlenilmiştir.
İkincisi, Evkaf Nezaretinin bir kamu denetleyicisi olarak değil, doğrudan vakıf organı (nazır) olarak yönetime katıldığı “ mülhak vakıflar “dır.
Üçüncüsüyse, devletin yönetimine katılmadığı, mütevelliler tarafından yönetilen “ müstesna vakıflar “dır. Devletin bunlar üzerindeki denetimi genel hükümler çerçevesi içinde ve kadılar aracılığıyla olmuştur.
Böylelikle bir kamu hizmet kuruluşu olan vakıflar devlet yada yönetim örgütü içinde yer almıştır. Vakıflar, bu nitelikleriyle, Osmanlı İmparatorluğunun Tanzimat öncesi kurumlarından en kalıcılarından biri olmuştur, Vakıfların giderek aynı alandaki kamu hizmet kuruluşlarına ve özellikle belediyelere aktarılmasıyla geniş ölçüde tasfiyesi yoluna gidilmiştir.