KARANLIKTAKİ BENLİK
Yağmur damlaları cama sertçe çarparken gözleri tek bir damlayı takip ediyordu. Şarkılarının arasına giren bir diğer reklamın bitmesini bekledi. Damla, cam üzerinde izlediği yol boyunca kendisinden büyük küçük ayırmadan bütün damlaları kendisiyle birleştirmiş ve hala öyle yapmaya devam ediyordu.
Onu izlemeye devam etti. Hayranlıkla bakıyordu ona. Kulaklarına dolan şarkı onu garip ya da hüzünlü denebilecek bir hissin içine sürüklüyordu. Bir sonraki şarkıyı biliyordu ve dinlemek istemiyordu. O şarkının yaşattığı hisleri düşündüğünde bile gözleri doluyordu.
Şarkının daha başlangıcında bile onu deli eden melodiyi bugün dinlemek istemiyordu. Parmak izini okuttu ve şarkıyı anında durdurdu. Yine herkesin gereksizce diline doladığı aptal sıfata layık olmak istemiyordu. Sulu gözlü değildi ve olmamalıydı da. Herkesin olduğu bir ortamda gözlerinin dolması bile onların seni daha çok küçümsemesine neden olurdu.
Yatağında doğruldu ve gözlerini tavana dikti. Parmak uçlarıyla göz kapaklarının boşluğunu genişletti. Tek bir damlanın bile düşmesini istemiyor, biriktirmek istercesine geldiği yere geri göndermeye çalışıyordu. Bir süre öylece bekledi ve gittiklerine emin olduğunda telefonuna döndü. Gereksizce indirdiği ve hiç açmadığı uygulamaya tıkladı.
Açılış sözüne baktı. “If we take care of the moments, the years will take care of themselves.” Birkaç saniye sonra ana sayfaya yöneldi. Üstünde bugünün tarihi yazılı olan kutucuğa tıkladı. Karşılaştığı şeyle uygulamanın ne yapmak istediğini anlayamadı. Bir insan neden böyle bir uygulama yapardı ki?
“Şu an mutlu musun?”
Cevap ver butonuna tıkladı. “Mutluysam mutluyum. Bu kimin umurunda ki?”
Cevabı gönderdi ve yeni soru için yeniden ana sayfaya döndü. Ama yeni soru gelmedi. Alttaki sıradaki soru butonu gözüne takıldı ve pek düşünmeden tıkladı. Yeni soruyu okudu ve yine dalga geçercesine sırıttı.
“Bir sene sonraki Sen’e not yaz.”
Şakayla karışık düşünür gibi yaptı ve cevap butonuna tıkladı. “Umarım diğerlerini takmayıp seni küçümseyen insanların suratına tokat atabilmişsindir salak.”
Yeni soruya geçti memnuniyetle.
“Sence ağlamak güçsüzlük müdür?”
Cevap ver butonuna tıkladı. “Sıkıntı da olmayan ya da zorluk çekmeyen bir insan neden ağlasın ki? Tabii ki de güçsüzlüktür.”
Tekrar ana sayfaya döndü ve yeni soru istedi. Defalarca yaptı ve en sonunda okuduğu soruya kafası karışmış bir şekilde bakakaldı. Gözleri belirsizlikle yeniden taradı soruyu.
“Yaşamaktan keyif aldığın bir hayatın içinde değilsin. Kendi sevdiklerine göre yönetebildiğin veya hayalini kurduğun hayat nasıl olurdu?”
Soruya şaşkınlıkla baktı. Bu koca odada kendine yarattığı küçük fanusu delip geçiyordu adeta. İşaret parmağı geri tuşuna kayıp soruyu cevaplamak istemedi. Çünkü bunu hiçbir zaman kendine sormamıştı. Bu aptal uygulama onu büyük bir karanlığa bırakıvermişti. Kendini güvende hissettiren yorganın altından da karanlık bir boşlukta süzülüyordu.
Etrafındakilere genellikle sinirlenmiş ya da umursamaz tavırlar takınmıştı. Kendine bile dürüst olamamıştı ki! Boyun eğmek zorunda kalmamak için ya da kendi gururunu ezmemek için söylediği yalanlara inanmıştı. Başkalarını suçlamıştı. Kendisine yapılan saçma bir yanlışı bile misliyle geri vermiş ama yalan söylemişti. Çevresiyle birlikte kendini de bu yalanların içine almış ve etrafını göremez hale gelmişti.
Ekranı kilitledi ve gözlerini kapattı. İki yüzlülük mü yapıyordu? Olmadığı birine dönüşmüştü ama şimdi farkına varmıştı işte. Sadece Play Store’dan indirdiği saçma sapan bir uygulama onu kişilikleriyle çeliştiriyordu. Gözlerini sıkıca kapattı yine. Farkında olması hiçbir işe yaramayacaktı ki. İstemiyordu. Kendi telefonunun klavyesiyle bile bu soruyu yanıtlamak istemiyordu. Kimsenin okuyamayacağını biliyordu ama kendisi okuyacaktı işte. Bu yeterli bir sebepti.
Telefonu müzik dinleme sınırına gelmiş ve müziği kapatmıştı. İşte şimdi yalnızdı. Bir kerelik düşünmeliydi. Hiçbir zaman yaşayamayacağı ama hayalini kurduğu hayatını. Gözleri ona uyuması için yardımcı oluyor kapakların açılmasına izin vermiyordu. Elini yastığın altına koydu ve yan çevrilip uyuma pozisyonunu aldı.
Telefonu kitaplığın en yakın bölümüne bıraktı….
Gözlerini yavaşça araladı. Etrafına bakındı. Alarmı onu uyandırmaya çalışmıyordu. Ya da ailesinden herhangi biri onu zorlayarak kaldırmıyordu. Hava da karanlık değildi. Erken uyanmak zorunda kalmadan uyumuştu.
Odada sadece yatağı vardı. Beyaz odada gözlerini gezdirdi ve yatakta doğruldu. Sessizdi. Duvarlar sevmekten utandığı ama yine de çizmekten vaz geçemediği resimlerle çevriliydi. Hemen kalktı, posterleri ve resimleri hızlıca duvardan ayırdı ve yorganının altına sakladı. Babası ya da herhangi biri görse evde kavga ve azarlanma sebebi olurdu. Onları hangi akılla yapıştırdığını sorguladı.
Terliklerini giydi ve telefonunu yokladı. Telefonu cebinden çıkardı ve mesajları kontrol etti. Karşılaştığı hiçlikle şaşırdı. Ama bu bile onu rahatlattı. Bir şey yapmak zorundaymış gibi onu zorlayan his yoktu. Balkon kapısına doğru ilerledi. Sinekliği açtı ve kirli balkona ev terlikleriyle çıktı.
Hava serindi ama üstünde ceketi vardı. Ellerini cebine soktu ve etrafına bakındı. Sonbahar, hoştu. Yemyeşil yaprakları önce kurutup onların canını yakıyordu. Sonrasındaysa bulutlar çıkartıp onları nemlendiriyordu. Bazıları damlaların ağırlığına bile dayanamayıp dökülüyordu yola. Çünkü zayıflardı. O kadar yorulmuş ve kurumuşlardı ki hafif bir sallanışla bile dalından ayrılıp başka yerlere gidiyorlardı. İyi tarafı onlara “dur!” diyen yoktu. Buradan sonrasını serin rüzgâra bırakıyordu yaprak.
Kurumuş ve düşmüş bir yaprağı eline aldı. Kaldırımın kenarında diz çökmüştü ki az önce iki kat yukarıdaki balkondan onları izliyordu. Ayaklarındaki siyah botlara baktı. Ev terlikleri gitmişti. Kaldırıma çıktı ve yavaş adımlarla ilerledi. Bir buluşma ayarlamamıştı. İlk defa kendisi için yürüyordu bu yolda. Arkadaşı olduğunu sandığı insanlar için ya da marketten annesinin istediği herhangi bir şey için değil. Yürümek istediği için yürüyordu.
Yalnızdı. Gerçek bir yalnızlıkla yürüyordu ilk defa. Ona karşı sahte kibarlıkta bulunan insanlar yoktu. Aynı şekilde onlara sahte gülüşler verip mutlu eden kişiliği de yoktu şu an. Sadece O vardı. Tanıyamadığı kendisi. Bir de ağırlıklara dayanamamış ıhlamur yaprağı. Ona bakarken ıhlamur kokusu sardı etrafını. Kokunun hoşluğu ve güzelliğiyle gülümsedi. Rahatladı da ister istemez.
Kimse yoktu etrafında, ona yolda yürürken salak gibi sırıttığı için garip bakışlar atan. Sol elindeki soğuk kahvenin kapağını çıtırtıyla açtı. Ihlamur kokusuyla zıt bir tat verse de bu acı tadı seviyordu. Bir yudum daha aldı ve kulaklarında yine o şarkıyı duydu. Onu her zaman ‘daha iyi’ hissettiren hoş melodili şarkı. Kalbinin hızlandığını hissetti. Onu iyi ve güzel hissettiren şeylerin tek bir anda karşısına çıkması onu sanki bir mucizeye tanık olmuş gibi heyecanlandırmıştı.
Ona dur diyen yoktu. İnsanların ne diyeceğini hatırlatan kimse yoktu. Nasıl çirkin olduğunu hatırlatan aynalar yoktu. Ona diğerlerinden daha bencil olduğunu hatırlatan yakınları yoktu. Değersiz hissettiren ama yine de değer verdiği insanların hiçbiri yoktu. “Keşke” dediği hiçbir durum yoktu. Pişmanlık hissi, suçluluk, yetersizlik hissi, çirkinlik ya da ona daha çok çabalamasını söyleyip duran aile bireyleri… Hiçbiri yoktu.
Yatağında doğruldu ve odasına göz gezdirdi her şey yerli yerindeydi. Telefonun alarmı onu uyanmaya zorluyordu. Elini telefonuna uzattı ve doğrulmasıyla gözlerinin ıslak olduğunu fark etti. Bunu fark etmesine rağmen gülümsedi çünkü bu gözyaşları öncekilerin aksine huzur doluydu. Alarmı kapattı ve uygulamayı açtı. Soruya tıkladı.
Yüzündeki belli gülümsemeye karşın parmakları onu yine yanılttı.
Cevap butonuna tıkladı yavaşça. “Zaten istediğim hayatı yaşıyorum. Kimin benim hayatımı yönlendirmeye gücü yeter ki? Bu benim hayatım, bu aptal uygulamanın aptal sahibi. Beni sorgulamayı kes!”
Cevabı gönderdi ve uygulamayı sildi. Korkmuştu. Vereceği cevaptan sonra tekrar denk gelip okumaktan. Güçlü ve kimseye kendini ezdirmeyen yanının içinde edindiği yerin ağırlığından. Değer verdiği insanların onu nasıl gördüğünü kestiremiyordu. Yalancı? Komik? Güçlü? Farklı? Ya da sadece tek bir yönünü sevip bu yüzden dengesizliklerine katlanan insanların gerçek düşüncelerini bilmiyordu. Yalancıydı. Nasıl görünmek isterse öyle görünmek için insanları kullanan biriydi.
Korkuyordu. Pişman olmaktan. Gözden düşmekten. Çünkü burası onun hayalini kurduğu özgür hayatı değildi. Burada diğerleri ne derse o olurdu. Ne kendisi ne de güçsüz olan ve özgür kalmaya çalışan diğer benlikleri. Diğerleri izin vermeden karanlıktan kurtulamazlardı. Burası yaşamak zorunda olduğu ve özgürce hayal bile kuramadığı gerçek yaşantısıydı nihayetinde.
ZEYNEP RANA KOZAN