Planlama, genel olarak “ belirli bir amacı gerçekleştirmek için harekete geçmeden önce yapılan hazırlıklar ” şeklinde tanımlanabilir. Planlama iki temel fikre dayanır. Birincisi, amacın ve istenilen sonucun açık olarak belirlenmesi, ikincisi de söz konusu amacın gerçekleştirilmesi için gerekli faaliyetlerin önceden tespit edilmesidir. Planı gerçekleştirmek üzere kullanılacak nitelikli insan gücünün sağlanması ve bunların yapacakları işlerin tanımlanması, doğal ve mali kaynakların ve dış imkanların belirlenmesi, bütün bu kaynakların belirlenmiş ihtiyaçlar arasındaki önceliklere göre dağıtılması planlamanın temel faaliyet alanlarıdır.
Çağdaş ekonomi bilimi, kalkınma konularına eğilmiş, ekonomik ve sosyal hayatın çeşitli yönlerini ve bunlar arasındaki ilişkileri incelemiş, planlama ismi verilen tekniği geliştirmiştir. Planlama ile kalkınmanın hızlandırılması ve aynı zamanda dengeli olarak yürütülmesi amaçlanmaktadır. Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde ekonomik ve sosyal kalkınma için planlama önemli bir araç olarak benimsenmiştir.
Ülke ölçeğinde planlama, sistemli düşünceye yer vermek, eldeki kısıtlı kaynakları önceden belirlenmiş amaçlara göre ayırmak ve bu amaçları kısıtlı imkanların elverdiği ölçüde sağlamaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada planlı kalkınma yöntemi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında genel kabul görmüştür. Planlı kalkınma ile ekonomik kalkınmanın hızlandırılması, savaş etkisinin azaltılması ve gelişmiş ülkelerle olan ekonomik gelişmişlik farkının kapatılması amaçlanmıştır. Başta Dünya Bankası olmak üzere uluslararası ekonomik kuruluşlarca, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde planlı kalkınma yönteminin kabul edilmesi yönünde önerilerde bulunulmuştur.
Türkiye’de planlı kalkınma yöntemi üzerinde, sanayi planlarına (1933) kadar geriye giden düşünce alanında bir hazırlık dönemi bulunmaktadır. Dünyadaki eğilimlerin de etkisiyle, planlı kalkınma yöntemi yönünde 1950 sonrasında gelişmeler daha da hızlanmıştır. Uluslararası ekonomik kuruluşların desteğiyle plan hazırlama ve Planlama Teşkilatı kurma çalışmaları yapılmıştır.
Türkiye’de totaliter anlamda bir planlama kabul edilmemiştir. Demokratik kalkınma ilkesi benimsenmiştir. Kalkınma planı hükümleri kamu kesimi için emredici, özel kesim için yol gösterici olarak belirlenmiştir.
Ülkemizde kabul edilen planlı kalkınma yönteminde ekonomik kalkınmanın plana bağlanması yanında sosyal ve kültürel kalkınmanın da plana bağlanması benimsenmiştir. Sosyal ve kültürel kalkınma göz ardı edilmemiş, ekonomik kalkınmaya paralel olarak gerçekleştirilmesi düşünülmüştür.
1961 Anayasası planlı kalkınma yöntemini kendi güvencesi altına almış, kalkınma planları ve yıllık programları hazırlamakla görevli olarak kurulan, bir teknik uzmanlık kurumu ve Hükümetin yüksek düzeyde danışma organı olan “ Devlet Planlama Teşkilatını ” Anayasal bir kuruluş haline getirmiştir. Böylece, ülkenin tüm ekonomisinin tek elden izleyebilecek ve uzun vadeli hedefleri değişen şartlara göre revize edebilecek bir üst kurum oluşturulmuştur.
91 sayılı kanunla Devlet Planlama Teşkilatı kalkınma planlarını hazırlamakla görevlendirilmiş, Yüksek Planlama Kurulu ve Merkez Teşkilatı olmak üzere iki birimden oluşturulmuştur.
Yüksek Planlama Kurulu eşit sayıda siyasi makamlardan (bakanlar) ve planlama uzmanlarından (planlama üst düzey yöneticileri) oluşturulmuştur. Kurulda, kalkınma planları ile ilgili siyasi sorumluluğu taşıyan bakanlarla, teknik üyelerin eşit sayıda temsil edilmesi tartışma konusu olmuş ve zaman içinde Yüksek Planlama Kurulu’nun yapısında değişikliklere yol açmıştır.
Kamu kurum ve kuruluşlarıyla kalkınma planı ve yıllık programların hazırlanmasında, Planlama Teşkilatı ile yakın işbirliği içerisinde bulunulması gerektiği hükme bağlanmıştır. Bilgi akışında ciddi kolaylıklar getirilmiştir. Diğer kamu kurum ve kuruluşları Planlama Teşkilatının istediği bilgileri sağlamak zorunluluğunda tutulmuşlardır.
Planlama Teşkilatı personeline Türkiye’de ilk defa kadro karşılığı sözleşme yapılma olanağı sağlanmıştır. Ayrıca Planlama bünyesinde ihtiyaç duyulan yetişmiş personelin sağlanabilmesi için, üniversiteler ve diğer kamu kuruluşlarından kadroları bağlı oldukları kurumlarda kalmak kaydıyla, Planlama Teşkilatında sözleşmeli olarak çalıştırılması hukuki düzenlemelerle sağlanmıştır.
77 sayılı Kanunla kalkınma planlarının TBMM de kabul edilmesinin yöntemi düzenlenmiştir. Bütçe Kanununda olduğu gibi Kalkınma Planı için de ayrı görüşme yöntemi kabul edilmiştir. Böylece kalkınma planı (yıllık programlar) ile bütçenin hazırlanmasında paralellik ve koordinasyon sağlanmıştır.
Kalkınma planı yöntemiyle, kamu kesiminin ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetleri bir düzen altına alınmıştır. 1961 Anayasası, 91 ve 77 sayılı kanunlarla Türk plancılığının hukuki temeli tamamlanmıştır.
Gerek Türk Plancılığının gelişme dönemi olarak kabul edilen 1962-1980 döneminde gerekse de değişme dönemi olarak görülebilecek 1980 sonrası dönemde idari ve hukuki yapıda önemli değişiklikler olmuştur. Bunların ayrıntısına bu yazı kapsamında girilmeyecektir.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), 8 Haziran 2011 tarihine kadar 51 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2011 seçimlerinden sonra kurduğu 61. Hükümet döneminde DPT kapatılmış, DPT’nin halefi olarak Kalkınma Bakanlığı kurulmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişle beraber, Kalkınma Bakanlığı’nın tüzel kişiliği de 9 Temmuz 2018’de son bulmuştur. Kalkınma Bakanlığının yerine Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı kurulmuştur.
Devlet Planlama Teşkilatının kapatıldığı dönem, aynı zamanda, ekonomi politikalarında keyfiliğin arttığı ve küresel risk iştahının azaldığı dönemle büyük ölçüde örtüşmektedir. 2008-2009 küresel krizi önemli merkez bankalarının olağanüstü parasal genişlemesiyle aşılmıştı. 2013 Mayıs ayında ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke’nin para musluklarını kapatma sinyali vermesiyle beraber, gelişen ve yükselen ekonomilerin kırılganlıkları daha çok dikkat çeker hale gelmiştir. Türkiye ekonomisi, bu tarihten itibaren en kırılgan ekonomiler listesinde hızla üst sıralara yükselmiştir.
Türkiye Ekonomisi 2014 yılından itibaren ciddi olarak rotadan çıkmıştır. Büyüme modeli tıkanmıştır. Tek kişilik vesayet rejiminin inşası başlamış ve bu süreç işleri iyice zora sokmuştur. 2018 Haziran ayı başından bu yana dört tane Merkez Bankası Başkanı görülmüştür. Gece yarısı kararnameleriyle Merkez Bankası Başkan Yardımcıları apar topar değiştirilmiştir. Merkez Bankası’nda genel müdürlüklerden birim müdürlüklerine kadar orta ve alt kademede 100’e yakın yönetici görevden alınmıştır. Rasyonel yönetilen hiçbir ekonomide böyle bir durumun olması düşünülemez.
Özellikle vurgulanması gereken bir husus ise şudur: Elimizdeki tüm makro ve mikro ekonomik bilgiler, Cumhurbaşkanı’nın yürütmenin başı olduğu Partili Cumhurbaşkanı Rejiminde ekonominin bir önceki rejime, yani Güçler Ayırımına Dayalı Parlamenter Sisteme göre daha kötü bir duruma düştüğüne işaret etmektedir.
Bugün Türkiye Ekonomisi iç içe geçmiş çok sorunlu bir küme ile karşı karşıyadır. Şöyle ki;
Büyük İngiliz yazarı William Shakespeare şu sözü gerçekten önemlidir:
“ Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez ”
Hiç kuşkum yok ki Türkiye Ekonomisi bugün çok ciddi bir güven krizi ile karşı karşıyadır. İktidara ve ekonomiyi yönetenlere güven azaldıkça TL, yatırım aracı olma özelliğini kaybetmekte, ülke risk primi yükselmekte, işsizlik artmakta ve gelir dağılımı bozulmaktadır. Plansızlık ayyuka çıkmış, ekonomi sanki bir yaz-boz tahtasına dönüşmüştür. Böylesine bir görünümle güven ve inandırıcılık geri kazanılmaz, beklentiler olumluya dönüşmez.
Egemen siyasetin öncelikli hedefi ülke içinde sağlam, uluslararası rekabet gücüne sahip, birbiriyle barışık ve müreffeh bir toplum yaratmak olmalıdır. Bunun için kuramsal olarak en doğru ekonomik, mali, parasal ve kurumsal tedbirlerin bile yeterli olmayacağını görmek gerekir. Çünkü iç ve dış siyaset normalleşmeden, parlamenter demokrasiye geri dönülmeden, hukuk ve yargı sisteminin tarafsızlığı ve bağımsızlığı tam olarak tesis edilmeden, kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizmaları şeffaflık içinde çalışmadan, kilit atamalar liyakat esaslarına göre yapılmadan, Merkez Bankası ve TÜİK gibi kurumların bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmadan ve toplumu kutuplaştırıcı söylem ve politikalardan vazgeçilmeden beklentiler olumluya dönmez ve uygun bir yatırım iklimi oluşmaz.
Kamuda mutlak surette planlı ekonomiye geri dönülmelidir. Kanal İstanbul gibi yapılabilirliği son derece tartışmalı çok büyük projelerden vazgeçilmelidir. Ülkenin geleceğini ipotek altına alan köprü, havaalanı, şehir hastanesi, otoyol gibi gelir garantisi verilen yeni YİD projelerine girişilmemelidir. Halen var olanların kamulaştırılması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Kamuda harcamaların şeffaf ve denetlenebilir olmasına özen gösterilmeli, tasarruf tedbirlerine başta Cumhurbaşkanlığı ve TBMM olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşları uymalıdır.
Merkezi yönetim bütçesinde bir taraftan sıkı tasarruf tedbirleriyle harcamalar azaltılırken gelir artışına da önem verilmelidir. Büyüme dostu olmayan dolaylı vergiler yerine dolaysız vergilerin arttırılması yoluna gidilmelidir. Tıkanan vergi yargısı sistemi de yeniden gözden geçirilmelidir.
Ülkemizin bugün karşı karşıya olduğu sorunların özünde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, diğer bir ifade ile iktidar gücünün denetlenememesi yatmaktadır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız çalışması demokrasinin ve çağdaş bir anayasanın olmazsa olmazıdır. Tarih, denetimsiz gücün yolsuzluğa ve adaletsizliğe neden olduğunu, ülkeleri sosyal ve ekonomik krizlere sürüklediğini gösteren örneklerle doludur. Türkiye’nin tarihten ders alınması gereken bir zaman dilimi içinde bulunduğu ve çok yönlü risklerle karşı karşıya olduğu unutulmamalıdır.