Prof. Dr. Suphi Acar: “Yaptığınız işin bir felsefesi yoksa boşuna çalışıyorsunuz”

Prof. Dr. Suphi Acar, meslek hayatı boyunca çeşitli kuruluşlarda yönetici olarak çalışmış, hastane kuruculuk görevi üstlenmiş deneyimli bir isim. Hekimliği tanrı ile hasta arasında bir yerde konumlandıran Prof. Dr. Acar, hastanın hekimlerin elinde olduğunu belirterek, hekimliğin güzel tarafının bu olduğunu belirtiyor, “yaptığınız işin bir felsefesi yoksa boşuna çalışıyorsunuz” diyor.

Kendinizden bahseder misiniz?

Amasya’nın bir dağ köyü olan Ovabaşı Köyü’nde dünyaya geldim. Babam, köy enstitüsü mezunu ilkokul öğretmeniydi. İlkokulu köyde okudum. 1960’ların şartlarında, sadece 2 öğretmenimiz vardı. Bir öğretmenimiz 1., 2. ve 3. sınıfları diğer öğretmenimiz ise 4. ve 5. sınıfları okutuyordu. Sınıfların temizliğinden bakımına kadar biz sorumluyduk. Hiç oyuncağımız yoktu ama arkadaşlarımızla oyunlarımız çok güzeldi. Çocukluğumu özlüyorum, çok güzel günlerim geçti.

Askeri Tıbbiye’ye geçişiniz nasıl oldu?

Ortaokula Gümüşhacıköy’de, liseyi Merzifon’da tamamladım. Ankara Tıp Fakültesi’ni kazandım ve kaydımı yaptırdım. Maddi olanaksızlıklar yüzünden, askeri tıbbiyeye girdim. Ardından mesleğe askeri doktor olarak başladım. İzmir’de uçuş doktorluğu yaptım. 06.00’dan 01.00’a kadar uçuşları izlerdim ve tüm pilotaj muayenelerini yapardım. Eskişehir’de uçuş doktoru eğitimini aldıktan sonra, asistan olarak çalıştım. Pilotlara uçuş fizyolojisi dersleri verdim.

Daha sonra kariyeriniz nasıl şekillendi?

1981 yılında uzmanlık sınavında göz bölümünü kazandım, Ankara GATA’da asistanlığımı yaptım.1985 başlarında Merzifon’da Askeri Hava Hastanesi’ne göz uzmanı olarak atandım. Altı buçuk yıl orada hizmet verdim. Sonra Gata Haydarpaşa’da 1991 yılında başasistan olarak göreve başladım ve 4 sene sürdürdüm. 1995 yılında doçent oldum. Mecburi hizmetim de sona erdiği için 1998’de Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kurucu öğretim üyesi olarak girdim. Daha önce 11 yıl İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde dekanlık yapmış olan Sayın Prof. Dr. Korkmaz Altuğ Hoca ile iki buçuk yıl çalıştıktan sonra, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde baştabip ve klinik şefi olarak 4 yıl görev yaptım.

Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde ne tür projeler gerçekleştirdiniz?

Hastanedeki ikinci göz kliniğini kurduk. İki klinik 400-500 metrekareyi paylaşıyordu. “Acaba kliniği büyütebilir miyiz?” diye düşünürken bir hayırsever olan Sayın Sadık Eratik ile tanıştık. Kendisine yaptığım “hem hizmet hem de eğitim verecek bir göz hastanesi açalım” teklifimi kabul ederek, “Siz de projeyi hazırlayın” dedi. Biz de projeyi hazırlayıp kendisine sunduk. Hastanenin yapımına 4 ay sonra başladık ve Sadık Bey’in ismi ile anılan ve onun desteği ve vakfettiği imkânlarla 5500 metrekarelik alanda kurulan modern bir göz hastanesi oldu. Bugün oftalmoloji camiasına büyük hizmet veren ve çok sayıda hekim, doçent, profesör yetiştiren bir hastane konumunda bulunuyor.

2012 yılında kendi isteğimle emekli oldum ve bir muayenehane açtım. Eski Anatolia şirketini Batı Göz grubunun satın almasıyla, Batı Göz Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Dr. Mehmet Söyler bana birlikte çalışmak istediğini iletti. Şu anda göz hekimliği görevimi burada sürdürüyorum.

Bir oftalmolog olarak günümüzde çalışma şartlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şu anda çok modern şartlarda çalışıyoruz, 1981 yılında asistan olarak oftalmolojiye başladığımda, ayna ile bakar, refraksiyon muayenesi yapardık. Şimdi ise otorefraktometre ile muayene yapılıyor. O zamanlar ne OCT’miz ne de topografimiz vardı, keratokonus teşhisini refraksiyonla aldığımız gölge ile koymaya çalışırdık. Katarakt ameliyatları için ameliyat mikroskobumuz ve fakomuz yoktu. Bir tek krio dediğimiz cihaz ile lensi donduruyorduk ya da manuel yöntemle çıkarıyorduk. Korneayı yarı uzunluğuna kadar açıyorduk. 10.0 süturu görmek için gereken alet yoktu. 10.0 sütur makaraya dolanırdı, onlarla steril edilir, dikilirdi. Hiç oynatmadan hastayı sırt üstü yatırırdık. Hastayı ameliyat ettiğinizde de bir hafta sağa-sola dönmesi, öksürmesi yasaklanırdı. Günümüzde ise, hastanın ameliyatın yapıyoruz ve masadan kaldırıp “hadi işine git” diyoruz.

Teknoloji son derece ilerledi değil mi?

Korkutucu boyutta çok hızlı bir teknolojik gelişme yaşanıyor. Bir kitapta okudum, “önümüzdeki 100 yılda teknoloji şimdiye kadar ki gelişmenin 20 bin misli olacak” diyor. Biz de merak ediyoruz, “nereye gideceğiz” diye. Bu konuyla ilgili bazı öğretim görevlileri de lazer ve katarakt konusunda cerrahinin nasıl minimuma indirebileceği, cerrahiden nasıl vazgeçileceği yönünde fütürist çalışmalar yapılıyor. Oftalmologlar olarak bize gerek kalmayacak mı, bunu teknisyenler teknolojik olarak halledecek mi soruları soruluyor. Ben, insanın hayal edince enteresan bir şekilde muhakkak gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Yaşayıp göreceğiz…

Tıp mesleğine nasıl bakıyorsunuz?

Ben bütün arkadaşlarıma, asistanlarıma ve dostlarıma şunu söylüyorum: “Hekimlikten kimse zengin olmaz!!”. Oftalmologlar zaten bir sürü şeyi başarmış bir meslek grubunun temsilcileri. Üniversite sınavında en iyi puanı tutturmuş, göz hekimi olurken TUS’da en yüksek puanları alarak gelmiş kişiler. Zekâ ve çalışmayı gerektiren bir süreci başarmış. Zengin olmak için değil, iyi bir hayat yaşamak için hekim olmak gerekiyor. İyi bir hayat yaşamak için illa ki çok paranızın olması gerekmiyor. Hekimlikten daha prestijli bir meslek bulunmuyor. İyi hayat yaşayacak kadar da para kazanıyorsanız, daha fazlasına da bence gerek yok. Biraz daha idealist düşünerek girmek gerekiyor bu mesleğe.

Cerrah olmak daha da zor olmalı değil mi?

Hekimlikte siz kendinizi tanrı ile hasta arasında bir yerde konumlandırıyorsunuz; hasta sizin elinizde. Büyükbabam çiftçiydi ve hep bir iş yaparken “El bizden sebep Allah’tan” derdi. Hekimliğin güzel tarafı bu, elin bizden olması… Ameliyathanede yalnızsınız ve bir tek Tanrıya hesap vermek zorundasınız. Özellikle, cerrahlık sürekli kendinizi gelişmek zorunda olduğunuz çok stresli bir meslek. Hasta ile empati kurmak zorundasınız. İnsani duygular ön planda yer alıyor. Hastanızla birlikte ağlıyor, üzülüyorsunuz, hatta hastanızdan daha çok üzülüyorsunuz. Bunun için para kazanma amacına değmez, zengin olmak için kötü bir meslek.

Doğaya olan tutkunluğunuz ne boyutta?

Gençliğimden beri çok değişik zamanlarda ve ortamlarda yaşadım. Hayatımın büyük bir kısmı yöneticilik ile geçti. Genelde doğayı seven birisiyim. Banu Hanım ile 2009’da evlendik. Banu hem doğayı hem de gezmeyi, değişik yerler keşfetmeyi çok seviyor. Birlikte geziyoruz, doğa ile yakından ilgileniyoruz. Ağaç dikmeyi çok seviyorum. Beni de zaten herkes öyle bilir. “Suphi Hoca ottan, çiçekten anlar” derler. Bunu gerçekleştirmek için de İzmir yöresinden bir arazi aldım. 2400 zeytin ağacı diktim. Sonra bir bahçe aldım ve bahçe ile uğraşıyorum. Hemen hemen tüm hafta sonunu İzmir’de geçirmeye çalışıyorum. Ağacın yetişmesini, ürün vermesini görmek, bir çiçeği dikip onun çiçek açmasını beklemek, izlemek çok hoş. Temel felsefe şu aslında: Hayatla ilgili bir beklentinizin olması…

Ophtalmology Life 2016 24. Sayı