Red Light District, Marijuhana, Scooter Taxi ve GS

İlkini “Amsterdam’dan Canlı Kucak” yazısı ile yaptıktan sonra şimdi de son Hollanda gezimden aklımda kalan ve ilginizi çekebilecek bazı gözlemleri paylaşmak istiyorum.

Daha önceki seyahatlerimden ve Türkiye’de tanıdığım bazı Hollandalılardan dolayı evet onlar hakkında bir fikrim vardı. Ancak bu sefer (belki de Fikir Atölyesi’nde yazarım düşüncesiyle!) bazı davranışsal özellikleri daha çok dikkatimi çekti.

Bunlar kısaca;

– Yaptıkları işi sadece iş olarak görüp gözlerinde çok da büyütmemeleri,
– Ufak sorunları dert etmeyen düşünce şekillerindeki rahatlık,
– Abartsız doğallıkları.

Devamında da biraz Amsterdam’ın renklerinden ve PSV maçı için geçtiğim Eindoven’dan bazı gözlemlerimi aktaracağım.

Kaldığım az yıldızlı otel çok merkezi bir lokasyonda ancak (ucuz olmamasına rağmen) “otel” adını almayı hak etmeyecek kalitedeydi. Dolayısıyla çalışanlar da… Büyük ihtimal yaptıkları işi pek de sevmeden, salt para kazanmak hedefli görüyorlar. ‘Dokuz-beş çalışırım, geçimimi sağlayacak kadar para kazanırım, hayat beşten sonra başlar’ der gibiler. Benzer tutumu sadece kaldığım otelde değil, farklı yerlerde de hissettim; restaurantlarda, mağazalarda, hemen her yerde. Daha pahalı mekanlarda tutum gerçi biraz değişiyor ancak bunun içten gelmeyen ve öğretilmiş bir davranış olduğunu anlamak o kadar zor değil.

Yaptıkları işten nefret etmiyorlar belki ancak işini çok severek yapan birini gördüğünüzde bunu hissedersiniz ya, ondan bahsediyorum. Dolayısıyla müşteri memnuniyeti gibi kavramlarda sadece minimum beklentileri karşılayacak düzeydeler. ‘İş biter, hayat başlar’ görüşü sanki her yerde hakim gibi. Nitekim, iş çıkış saatlerinde barlara (happy-hour’ların da yardımıyla) ciddi kalabalıklar akıyor, özellikle coffee shop dedikleri (marijuhana ve mantar gibi uyuşturucuların legal olarak satıldığı) yerler hınca hınç doluyor.

İşi çok da gözlerinde büyütmemeleri daha huzurlu olmaları adına ilgimi çektiyse de, eğer iş saatlerinin çokluğundan dolayı hayatın büyük kısmı keyif almadan geçiyorsa, bir yerde yaşamdan kocaman bir kesiti de yok saymış olmuyorlar mı?. Richard Branson’un “işi iş, oyunu da oyun olarak görmüyorum, hepsi hayatın ta kendisi” sözü benim yaşam felsefeme çok daha yakın.

Bundan çok da uzak olmayan diğer konu ise ufak sorunları dert etmeyen düşünce şekilleri. Batılı toplumlarda gördüğümüz genel kurallara uyma ve herkesin birbirine karşı saygılı davranması Hollandalılar için de geçerli. (Örneğin İstiklal Caddesi kalabalığına benzer 2-3 caddelerinde bile insanlar birbirlerine değmeden, çarpmadan, omuz atmadan yürüyebiliyorlar.) Ancak bir İngiliz veya Fransız’a göre çok daha rahat bir tarzları var.

Ters giden birşeyler olduğunda ise insanlar birbirlerine bağırmıyorlar veya kavga eder gibi konuşmuyorlar… Örneğin (nüfus sayısından fazla bisikletin olduğu Amsterdam’da) bisiklet yolundan yürümemeniz gerektiği halde yürürseniz size sadece zil çalmakla yetinip, yanınızdan hız kesmeden teğet geçiyorlar. (Maalesef benzer rahatlığı orada yaşayan çok sayıdaki yabancı için söylemek ise çok zor.)

Son bahsedeceğim davranışsal özellikleri ise abartısız doğallıkları. Genelde ellerindekine razı ve gösterişten uzak bir tutumları var. Bu giyimlerinden, eğlenme tarzlarından, sokaktaki hal ve davranışlarına kadar yansıyor. Kimse kimseyle ilgilenmiyor, rahatsız edici (delici) bakışlar atmıyor. Punk saçlı bir genç ‘bana bakıyorlar mı’ diye etrafı kolaçan etmiyor. O sadece kendi tarzını yansıtabildiği için mutlu, o kadar.

Bunlar toplumsal davranış olarak dikkatimi çekenlerdi.

Gelelim oralardaki diğer hayattan kesitlere.

Amsterdam deyince Red Light District’den bahsetmemek olmaz. Seksin ticaret merkezi. Her türlü adult sex dükkanından, canlı show’ların yapıldığı gösterilere; hayat kadınlarının cam önlerinde kendilerine müşteri çekmeye çalıştığı evlerden, köşe başlarını tutmuş zencilerin sizlere bir şeyler satmaya çalıştığı yer burası.

Bir kez daha dikkatimi çeken ise burada hiçbir taşkınlığın olmaması. Birçok gece kulübünün de yer aldığı bu turist ağırlıklı bölgede herkes eğleniyor; ancak kimse kimseye sataşmıyor, ısrar etmiyor, sırnaşmıyor. Etrafta polis de görmüyorsunuz. Fakat herhangi bir şey olduğunda nereden çıktıklarını anlamasanız da anında orada bitiyorlar.

Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi bu denli bir rahatlığı görmezken, Hollanda’da bunların yasal olması, oradayken arkadaşlar arasında da sohbet konusu oldu.

Bir şeyi “yasaklamak” onu ne kadar cazibe merkezi yapar? Yasaklamayıp yakın takiple serbest bırakırsanız yeraltı dünyası ne kadar yer üstüne çıkar? Toplumsal sonuçları ne olur? Yaklaşık üç saat sohbet ettiğim bir coffee shop sahibi dünyada sadece alkolden ölenlerin sayısının marijuhana veya mantardan ölenlerden kat ve kat daha fazla olduğunu söyledi. (Bu arada eroin kokain tarzı diğer kimyasal maddelerin Hollanda’da da yasak olduğunu söyledi.)

Sanırım olaya tüm açılardan bakmak gerek. Toplumsal kültür, gelenekler, aile yapısı, din, eğitim şekli ve düzeyi, dış dünya ile entegrasyon ve devlet-toplum ilişkisi gibi çok yönlü bir bakış açısı… Zaten biz de kendi aramızdaki sohbetimizde bunlardan konuşup bir sonuca veya karara ulaşmaya çalışmadık.

Amsterdam çok ufak bir şehir esasında. İstanbul’daki ilçeler dahi gerek yüzölçümü, gerekse nüfus olarak buradan daha büyük. Şehir merkezinde çok fazla otomobil görmüyorsunuz, dolayısıyla trafik de. Şehir düz ayak. Yürüyerek heryere gitmek mümkün. Tren ve otobüsleri çok iyi kullanıyorlar.

Ancak benim daha çok hoşuma giden bisiklet ve scooter taksiler oldu. Belki İstanbul gibi çok tepeli bir şehirde bisiklet taksi zor ancak scooter taksi (özellikle turistik şehirlerimizde) çok keyifli bir deneyim olurdu. Ben her ikisini de denedim, çok da keyif aldığımı söylemeliyim.

En çok gülümseten şey ise herkesin aynı anda pedal çevirip, biralarını yudumladıkları (direksiyondaki içmiyor!) ve aynı zamanda yüksek sesle şarkılar söyleyerek gezindikleri bisiklet araç oldu.

Ve son olarak Galatasaray’ın Eindoven’da PSV ile yaptığı Şampiyonlar Ligi maçına gittim.

Birbuçuk saatlik keyifli bir tren yolculuğu ile güzel başlayıp maalesef hüsranla biten bir gece oldu. Hem kötü bir oyunla yenilmemiz, hem de oradaki Galatasaraylı taraftarların taşkınlıkları gerçekten can sıkıcıydı. Oysa maç öncesinde şehir merkezindeki eğlenceleri Hollandalıları bile kıskandıracak güzellikteydi.

Ancak maçta alt tribünde yer alan PSV taraftarlarının kafalarına yanar halde meşale atanların arasında bulunuyor olmaktan utandığımı itiraf etmeliyim. Aşırıya kaçmayan sevinç veya üzüntüleri yaşamak o kadar mı zor?

Bir sonraki tatilimi bu kez çok da arayı açmadan yapma düşüncesi ile döndüm tekrar İstanbul’a. Kim ne derse desin, İstanbul’u dünyada hiçbir şehire değişmeyeceğimi tekrar hatırlayıp mutlu oldum kendi kendime.