O, uzun yıllar bir çok dergi ve gazete de yazılar yazmış, hikayeleri yayımlanmış bir edebiyatçı. Kendisini dinlemeye başladığınız zaman, doyamıyorusunuz sohbetine ve hiç bitmesin istiyorsunuz konuşması. Bir kere çok güzel bir Türkçe’si var. Çok iyi de bir hafızaya sahip. Gerçekten Türk edebiyatının en mühim şairlerinin şiirlerini hem çok iyi okuyor, hem de hafızasında tutuyor.
2017 yılı Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülleri’nde ‘sinema’ dalında ödüle layık görüldü ve ödülünü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden aldı.
Yazmış olduğu 395 senaryo filme çekildi. Bu rekor 2005 yılında Guinness Rekorlar Kitabı tarafından bir dünya rekoru olarak tescillendi. 50’ye yakın da sinema filmini yönetti. 53 yıldır Türk sineması için hiç durmadan çalıştığını ifade ediyor kendisi. Yıllardır televizyonlarda en çok yayınlanan filmlerin senaristinden bahsediyoruz. Usta yönetmen ve rekortmen senarist Safa Önal bu hafta sayfamızın konuğu. Bir söyleşiden çok, anlatılanları ‘yakın tarihimizin kayda geçirilmesi’ olarak değerlendirmenizi rica ediyorum.
Yerinde duramayan bir çocuktur Safa Önal. Ortaokuldadır ama hikayeler yazmakta ve bunları yayınlatmak için gazete ve dergilerin yollarını aşındırmaktadır. Bâbıâli’ye ilk gelişiniz ve edebiyat çalışmalarına başladığınız ‘45’li yıllar neleri anımsatıyor şimdi size?
Benim Bâbıâli’ye ilk gelişim 1945 yılı. Nişantası öğrencisi Safa, akşam paydostan sonra bir tramvaya biner, Sirkeci’de iner tramvaydan. Elinde hikayeleri vardır ve çocuk dergilerine hikayelerini vermek istemektedir. Sirkeci’den Bâbıâli’ye doğru çıkmaya başlar. O dönem bir çocuk dergisi ne kadar satar? Azdır. Böyle bir derginin idarehaneside kötüdür haliyle. Karanlık ahşap basamaklardan çıkar, kapıyı çalar ve içeri girer. Tam karşı masada bezgin bir adam oturmaktadır. Editördür o. Hikaye seçicidir. Adam bıkkındır, yorgundur. “Bırak evladım, beğenirsek yayımlarız” der. Beş yıl sonra Safa Önal, o dönemin en çok satan dergisi Hafta’da devamlı hikayeleri yayınlanan biri olmuştur. Beş yıl içinde olur her şey. Yine o dönemde Milliyet Gazetesi’nde haftada üç gün öykü yazar. ‘Karanlıklar’ adıyla yedi sütunda romanı yayımlanır. Yaşı ondokuz-yirmi falandır. O sırada Yeni İstanbul Gazetesi’nde Peyami Safa’nın ‘Yalnızız’ romanı tefrika edilmektedir. Bir akşam vakti, yağmurlu bir zamanda Safa Önal o son pasajı okur ve böyle bir yazı nasıl yazılır, inanılmaz bir kabiliyet diye düşünür.
Hayatım böyle uzun zaman, Bâbıâli’de koşturmakla geçmiştir. Sonra gün gelmiştir, Yelpaze diye çok satan bir dergide sekiz yıl yazı müdürlüğü yaptım. Birazda hafif bir bıkkınlık geçirmekteyim. Beni Hayat Dergisi’ne istemekte Şevket Bey. Hırçın yaşlarım. Bir şeyler yapmak istiyorum. Yetersizdir sanki yaptıklarım.
Yazmaya başlamanız böylece başlıyor… Arkadaşlarınız kimlerdi?
Biz Nişantaşı Ortaokulu’nda beş iyi arkadaştık. Ayhan Işık, Karikatürist Semih Balcıoğlu, karikatürist Ferruh, ben ve Hasan Pulur. Biz aynı okuldaydık. Hasan ile yakın zamana kadar ilişkimizi hiç kesmedik. Hasan iyi bir yazardı. O dönemin en iyi gazetelerinden Milliyet’te her gün yazıyordu. Kolay mı her gün yazmak. İyi bir fıkra muharririydi Hasan.
Biz bu Nişantaşı Ortaokulu’nda okurken, İstanbul radyosunda tanburi Dürri Turan bey v ardı. Pehlivan yapılı bir adamdı. Bana edebiyatı sevdiren adam oldu. Bir Reşat Nuri hikayesi yolumu çizdi. Ben yazı yazacağım dedim. ‘Eski bir yara’ diye bir hikayesi vardı. Bu hikaye beni öyle çarptı, öyle dokundu ki… Ben yazı yazacağım diye karar verdim. Aklıma ne geldiyse yazdım. On beş yaşında Bâbıâli’de dolaşmaya başladım. Yirmi yaşında romanıyla ve öyküleriyle Milliyet’teydim. Yıllar böyle geçti oralarda.
Ve sinemaya geçiş, senaryo yazarlığına başlamanız…
Sıkılmıştım. Bir şey yapmam lazımdı. Sinema aklımın ucundan geçmiyor ama. Bela diye bir roman. Aldım okudum. Çoşturdu beni. Ben bunu sinemalaştırsam diye düşündüm ama bilmiyorum nasıl olur bu işler. Oturdum yazdım. Rahmetli Atıf Yılmaz abiye gittim. Artık kalmamış olan, iç avlusu olan bir hana gittim. Çıktım. İlk görüşüm kendisini. Baştan sona okudum. Çıt çıkatmadan dinledi. Sonra başındaki şapkayı çıkardı ve kutladı beni. Ben bunu yapıyorum dedi. Benden aldı. İlgiçtir, bundan ‘Allah cezanı versin Osman Bey’ adlı filmi üretti. Buna karşı Osman Seden’de bu lafa çok bozuldu. O da bir film yaptı; ‘Erkeklik öldü mü Atıf’ dedi. Fimlerin isimleriyle atışıyorlar… Ne diyor Ülkü Tamer, “yaşamak hatırlamaktır.” Evet yaşamak sadece hatırlamaktan ibaret. Çünkü her ‘an’ geçip gidiyor, mazi oluyor. Zaman nedir bu ara bunun merakındayım. Tanpınar ne demiş, “ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında.”
Ne çok hatıra biriktirdiniz gerek edebiyatçılarla, gerekse sinema dünyasındaki insanlarla…
Peyami Safa geldi bir gün. Öğlendi. Girdi odaya. Kalktım, “hoşgeldiniz, nasılsınız?”dedim. Her zaman ki sıcaklığını bekliyorum. Soğuk ve uzaktı. “Teşekkür ederim, iyiyim” dedi. “Bir şeye canınız sıkıldı herhalde” dedim. “Cahit Sıtkı Bey ölmüş” dedi.
Aylık dergi. Sayfaları hazırlıyorum. “Bir şeyler hazırlayalım” dedi. Kendisi gitti. Oturdum, hazırladım bir şeyler. Yirmi beş dakika kadar sonra geldi tekrar. “Bir şey hazırlayabildiniz mi?” dedi. Koydum önüne sayfayı, yazmışım çizmişim.
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak… (Cahit Sıtkı Tarancı)
Sevmişti, beğenmişti. Şöyle omzumu tuttu, bastırdı hafif ve odadan çıktı gitti.
Çok iyi romancıdır Peyami Safa. Fatih Harbiye’yi yazamassınız şimdi. Ayrıca Türkçe’si çok iyidir. Türkçe koskoca bir imparatorluk dili. Şimdi Türkçe mi konuşuluyor televizyonlarda?
Mesela Hilmi Yelkenci bana saray dilini anlatmıştı bir kaç örnekle. Sarayda kapın örtülsün bedduası olmasın diye! Kapıyı çevir diyorlar. Kapıyı ört yok. Işığın sönsün bedduası olmasın diye, ışığı dinlendir.
Biz çok eleştirir olduk. Bir şey yapmak yerine sadace eleştiriyle zaman harcıyoruz. Hepimiz öyle olduk. Hareket yok, şikayet çok. Laf-ı güzaftan öteye gitmemekteyiz. Hareket yok!
Şubat ayında Ankara’da Külliye’de Reis-i Cumhur’un elinden kültür sanat ödülü aldım. Orada kendisi çok önemli bir şey söyledi. “Her konuda ileri gittik, mesafe aldık ama kültür ve sanatta geri kaldık” dedi. Yakışmıyor bu bize. İvedik filmleriyle bu iş yürümez. Bir şeylerin yapılması gerektiğine inanıyorum. Şu seçimler geçsin, gideceğim kendisine. Söyleyeceklerim, anlatacaklarım ve tavsiyelerim olacak. Ödül verdiğindeki konuşmasında bir şey söyledi; “bir dönem Türk sinamasına damgasını vumuş Safa Önal” diye bir cümle kullandı. Kolay değil, 87 yaşındayım. Tüm ömrümü verdim bu işe. Söyleyeceklerim var elbette.
Televizyonda anlatmıştınız, Merhum Adnan Menderes’in eşi Berin Hanım’ın hayatının filminin projesini hazırladınız. Aradan kaç yıl geçmesine rağmen hayata geçirilemedi o proje…
O hikaye şöyle başladı. 12 sene falan oldu, yeni değil. Hülya Koçyiğit “Safa abi ben Berin Hanım’ın yaşlılığını oynamak istiyorum, yazar mısın?” dedi. Zıpladım. Aydın Bey o zaman çiftlikte yaşıyor Aydın’da. Hülya ile beraber gittik. Konuştuk. Sevindi. Ben Büyük Ankara Oteli’ne kurdum karargahımı. Hülya İstanbul’dan gidip geliyor. Aydın Bey’in iyi zamanı, alıyor beni aracına dolaşıyoruz, anlatıyor. Köyde kahveye gittim, orada da anlattılar, kaydettim.
Projenin adını ‘Matem Ana’ koydum. Berin Hanım, İzmir’in en tepedeki ailesinin kızı. Asil. Adnan Menderes, babası, annesi, kız kardeşi tüberkülozdan ölmüş ve hayatı boyunca verem olurum korkusuyla yaşamış bir adam. O asil kadın, eline bir kaç valizi alarak biniyorlar trene ve Aydın Çakırbeyli Köyü’nün yolunu tutuyor. Sonra bir salla nehri geçiyorlar. Çakırbeyli’de elektrik yok. Böyle seviyor Adnan Bey’i. İnanılmaz bir şeydir. İsimleri kullanmadan yazmaya kalksanız bu hikayeyi, bu adam bunamış derler. Niye gelsin böyle zengin ve asil bir kız böyle bir yere.
Hikaye şöyle başlar. Gerçek bir olaydır bu. Aydın’a iniyor Adnan Bey, ağası var Abdi Ağa, onunla birlikte, atlarla… İşlerini bitirip köye dönerken nehir kenarına geldikleri zaman, sular üç adam boyunu falan göstermekte. Fırtına ve müthiş bir yağmur. Abdi Ağa diyor ki, “beyim böyle geçemeyiz. Konağa gidemeyiz böyle, biz dönelim ve bekleyelim.” Olmaz” diyor Adnan Bey. “Berin beni bekliyor.”
Beri tarafta çiftlikte, Berin Hanım pencere başında yağmura karşı, ağlıyor, heyecanla bekliyor. Oradaki çalışan adamlara fenerleri veriyor “çıkın bekleyin” diyor.
Öbür tarafta yine Adnan Bey ve Abdi Ağa dereyi geçmek istiyorlar. Ve dalıyorlar atlarla suya. Tabi atların ayakları havada, su öyle çok. Ve sağ salim geçiyorlar karşıya. Koşturuyorlar ve geliyorlar, çiftliğe giriyorlar. Penceredeki o kadın, görüyor, fırlıyor bir anda şiddetli yağmurun altında koşturuyor ve Adnan Bey attan iniyor ve birbirlerine sarılıyorlar. Bu gerçek yaşanmış bir olay.
Hülya önce bunu dizi yapacaktı. Sonra ben bunu film yapacağım dedi. Ben dizi istiyordum. Neyse ben hayırlı olsun dedim, çekildim kenara. Hâla çekemediler. Proje olarak duruyor.