Sabahın erken saatlerinde uyanmış olmanın getirdiği uyuşukluğu da taşıyan ayaklarını, kendinden emin bir şekilde arnavut kaldırımlarına vuran çocuk, babasının büyük adımlarına yetişmeye çalışıyordu. Genelde okula gitmek için ya da arkadaşlarıyla oyun oynamak için kullandığı bu kaldırımları, ilk defa babasının iş yerine gitmek için kullanan çocuk heyecanlıydı. Kaldırımlar aynıydı aynı olmasına ama bizim çocuğun yere basışı, duruşu, hatta bakışları bile değişmişti. Çocuğu daha ciddi, daha derli toplu biri olarak gören kaldırımlar, bu duruma hayli şaşmış bir şekilde, olan bitene şahitlik ediyorlardı. Kıyafetleri de bayram olmayan bir günde giyildiklerini fark ettiklerinde, farklı bir gün yaşayacaklarını anlamışlardı. Babası gibi tertemiz ve şık giyinmiş olan çocuk ise yeni bir tecrübenin heyecanı ile gözlerini dört açmış hiçbir detayı kaçırmamaya özen gösteriyordu. Yolları tüketen adımlar, baba ve oğulun karşısına eski bir kapı çıkarmıştı. Bu kapıyı defalarca görmüş olduğu her halinden anlaşılan baba; bir tomar anahtar çıkardı ve el yordamıyla doğru olan anahtarı diğerlerinden ayırdı. Tek hamleyle anahtarlara takla attıran baba, kapıyı da tek hamleyle açtı.
Çocuğun zihninde büyük bir gizem aydınlığa kavuşmuştu; demek babasının her gün evden çıkıp geldiği yer burasıydı. Dikiş makinelerinin adacıklar gibi baş gösterdiği birkaç masanın yanında, kumaş öbekleri görünüyordu. Askılıkların sırtlandığı birbirinden farklı kıyafetler saf olmuş hem düzenli hem de karmaşık bir görüntü oluşturuyordu. İçeride bulunan düzenin, yılların getirdiği tecrübeler doğrultusunda oluştuğu anlaşılıyordu. Babası çocuğun paltosunu çıkardı, kendisininkiyle beraber görünmeyecek bir yere koydu. Tam bu esnada içeriye elinde poşetle biri girdi. Poşetin içindeki sıcacık böreklerin kokusu, gelen kişinin telaşlı sesiyle beraber içeriye hemen yayılmıştı. Hafif tiz bir sesle konuşmaya başlayan genç; “geç kaldığım için kusura bakma usta, börek aldım, yer miydiniz?” dedi. Babasına “usta” diye seslenildiğini duyan çocuk, ne anlama geldiğini bilmediği bu kelimeyi şaşkınlıkla karşıladı. Babası ise telaşlı gence dönüp, “önemli değil, ama bir daha olmasın! Neyli aldın bakalım?” diyerek birkaç tabureyi masanın etrafında topladı. Börekleri yemeye başlamışlardı ama çocuk, babasının sesindeki farklılığı anlamaya çalışıyordu. Tok bir şekilde söylenen “bir daha olmasın!” kısmında, daha önce duymadığı bir tını vardı. Çocuk, “usta” kelimesi gibi yeni olan bu tınıyı da anlamak üzere bir kenara koydu.
Kahvaltı yapılıp çay bardakları eski şeffaflıklarına geri dönünce çocuk, “çırak” isimli börek getiren kişiyle beraber ortalığı toplamaya başladı. Ardından kapı tekrar açıldı ve içeriye babasından daha genç fakat “çırağa” göre hayli yaşlı biri daha girdi. Sabah saatlerinde kapı ne zaman açılsa, babasının gözleri antika saate gidiyor, ardından içeri giren kişiye dönüyordu. “Kalfa” isimli kişi tam vaktinde girmiş olacak ki, babasının o yabancı olduğu tok sesini bir daha duymamıştı. Kalfa basit bir selamlaşma ile babasının yanından geçerken, eski dostuna kavuşmuş gibi bir edayla en dipteki masasına yerleşti. Çocuk düşündü: “Acaba bu insanların kaçıncı gelişleriydi bu dükkâna?” Böyle düşünmesinin sebebi masaların, aletlerin, makasların adeta bu kişilerin bir organıymış gibi uyumlu görünmesi olabilirdi. Çocuk babasına bir daha baktı ve evde gördüğünde fazla nizami ve renkli gelen kıyafetlerinin, aslında dükkânın içerisinde mükemmel bir uyuma sahip olduğunu fark etti. Babasının rengarenk kravatları vardı ve her gün bir başkasını takıyordu. Babasının iş üniforması haline gelmiş olan bu kıyafetleri ait oldukları ortamda görmek çocuğun hoşuna gitmiş, babasını okuldaki öğrencilere benzetmişti.
Gün boyu etrafında olan bitenleri izleyen çocuk, gününün büyük bir bölümünü çırak ile beraber geçirmişti. Aynı mekâna defalarca gelen bu kişilerin yaptığı işlerin de defalarca yapıldığı çok belliydi. Adeta bilinçsizmişçesine sallanan makasların, zihinle yönetiliyormuşçasına nizami atılan dikişlerin tarihinin çok geçmişe uzandığı belliydi. Gün boyu dükkâna giren kişilerin sayısı da artmıştı; ellerinde kıyafetleriyle gelen bu kişiler, problemlerini anlatıyor, ardından kıyafetlerini bırakıp, problemlerinin ortadan kalkmasını beklemek üzere dükkândan ayrılıyorlardı. Temelde insan ilişkileri de bu düzlemde kurulu değil miydi zaten? Çocuğun fark ettiği bir diğer unsur ise babasının konuşmasıyla ilgiliydi. Babası adeta bu konuşmaları daha önce defalarca yapmışçasına, karşı tarafa saygısızlık olmasın diye cümlesini bölmüyor, sabırla sonunu bildiği cümlelere katlanıyordu. Aynı şeyleri defalarca açıkladığını ise babasının cümlelerindeki noksansız anlatımdan ve kelime seçimlerinden anlamıştı bizim çocuk. Nasıl yani? Babası her gün bir önceki günlerde yaptığı şeyleri tekrar etmek için mi geliyordu bu yaşlı dükkâna? İş dedikleri bu muydu yani?
Çırak da yapmaktan usandığı sıkıcı işleri, az da olsa bizim çocuğa yaptırıyordu. Bizim çocuk bu durumdan memnun bir şekilde, yeni şeyler öğrenmenin verdiği hazdan mutluluk duyuyordu. Babasının gözlerinde ise farklı bir parıltı vardı; çocuğunun almış olduğu bu hazzı görünce, yıllar önceki kendi çıraklık dönemini hatırlamış, uzun süredir tadamadığı duyguların hatırası canlanmıştı. Babası ile çocuk, dükkânda çok konuşmamışlardı, birbirleriyle aralarında daha farklı bir ilişki yeşermeye başlamıştı sanki. Çocuk bunu seziyordu, fakat anlayamadığı, bilmediği çok şey vardı. Akşamüzeri olup, yerlerine kaldırılan paltolar gün yüzüne çıktığında, çocuk bir hayli yorulmuştu. Babası bu durumu fark etmiş ve bundan mutluluk duymuştu. Anahtarlar tekrar ortaya çıktı, çok aramadan doğru anahtar bulundu ve taklalar attırıldı. Eve geri dönüş yolculuğunda, babasına “usta” denmesi ve o “tok tını” soru işareti olarak çocuğun zihnindeki yerini koruyordu.
Eve vardılar, ev ahalisiyle selamlaştılar ve üzerlerindeki kıyafetleri değiştirmek için odalarına doğru gittiler. Babası ev içinde genelde çizgili pijamalarını giyerdi, bugün de mavi olanı giymişti. Akşam yemeğini yemek için masanın etrafında toplandılar ve çocuk bir hevesle gününün nasıl geçtiğini anlatmaya başladı. Öğrendiklerinden aklında kalanları bir çırpıda anlatan çocuk, ne kadar eğlenceli bir gün geçirdiğinden keyifle bahsediyordu. Çocuk anlatmaktan yorulmuş bir şekilde yemeğine odaklandı; yorgunluğunun üzerine tadı daha da lezzetli gelen yemekleri büyük bir hızla yemeye devam etti. Telaş ile yemeğini yerken yanlışlıkla çatalını yere düşürdü; tam o sırada babasının telefonu çaldı. Çocuk çatalı kaptığı gibi yerine geri oturdu fakat babasına bir baktı ki, babası takım elbisesi ve sarı kravatıyla telefonla konuşuyor. Telefonda ise tanıdık fakat bir o kadar da telaşlı bir ses: Çırak!
Babasının, bugün tanıştığı ve tanımlayamadığı hafif tok sesini evde ilk defa duyan çocuk, telefondan yükselen “usta vallahi bilerek yapmadım” gibi cümlelerde geçen “usta” kelimesiyle, babasının evdeki halinden çıkıp, iş yerindeki babasına yani “ustaya” dönüştüğünü anladı. Çocuk şaşkınlıkla babasını izlerken, babası soğuk bir ses ile telefona “bir hâl çaresini bulmak zorundayız, bunu yarın dükkânda konuşacağız” dedi ve telefonu kapattı ama üstündeki kıyafetler değişmedi. Çırağın neden aradığını hafif sitemli sözlerle anlattı, eleştirdi, sonunda derin bir nefes aldı, “hayırlısı olsun artık, olmuşla ölmüşe çare yok” dediğinde eski haline geri dönmüştü. Meğer, bizim çırak gün içerisinde önemli bir siparişi yanlışlıkla kesmiş, fakat çekindiğinden ustasına söyleyememiş. Akşam olup içi içini yiyince, kendini aramak zorunda hissetmiş.
Babasının kıyafetlerinin nasıl değiştiğiyle alakalı hiçbir fikri olmayan çocuk; “usta” kelimesinin bir nevi sihir olduğunu düşünmekten kendini alıkoyamamıştı.
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Hangi Takımlısın?