2011’de Suriye’de meydana gelen iç savaş ve kargaşa nedeniyle Suriye’de yaşayan bireyler kitleler halinde kendilerine güvenli bir bölge bulmak amacıyla güvenli gördükleri bölgelere göç etmiş ve bu göç durumundan en çok etkilenen Türkiye, çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere milyonlarca Suriyeliye kapılarını açmıştır.
Son günlerde gündemde oldukça fazla yer edinen Suriyeli bireyler için kullanılan ifadelerde çok fazla kavram karmaşası vardır. Ülkede her gün daha da çoğalan ve demografik yapıyı tartışılamaz derecede etkileyen Suriyeli bireyler için her ne kadar misafir kavramı kullanılsa da bu kavramın hukuki bir karşılığı yoktur. Suriyeli bireylerin hak ve borçlarını belirlemek adına bulundukları statünün belirlenmesi son derece önemlidir. Suriyeli bireyler için zaman zaman mülteci kavramı kullanılsa da mülteci kavramı YUKK madde 61’de ifade edilmiştir. Özetle YUKK 61. maddesinde mülteci statüsünün sadece Avrupa ülkelerinde yaşayan bireyin Türkiye’ye sığınma talep etmesi durumunda belirli şartların sağlanması halinde kazanıldığını söyleyebiliriz. YUKK 61. maddeye göre Türkiye mülteci statüsünün kazanılması konusunda sığınan bireyleri coğrafi bir sınırlamaya tabi tutmuştur. Bu nedenle Türkiye’deki Suriyeli bireyler için mülteci kavramını kullanmak son derece yanlıştır.
YUKK madde 62’de şartlı mülteci kavramı düzenlenmiştir. Şartlı mülteci kavramı ise mülteci kavramından farklı olarak Avrupa ülkeleri dışında meydana gelmiş olan bir olay sebebiyle Türkiye’ye sığınma talep eden bireyleri kapsar. Şartlı mülteci ve mülteci kavramları bireysel olarak göç eden kişileri kapsar yani Suriyeliler kitlesel akın şeklinde göç ettiklerinden bu iki tanıma da uygun değillerdir bu nedenle Suriyeliler için şartlı mülteci kavramını kullanmak da mümkün değildir. Sığınmacı kavramı ise henüz mülteci statüsüne sahip olmayan kişiler için kullanılır.
Yine sığınmacı kavramı da mülteci kavramı gibi Avrupa ülkelerinden göç edenler için kullanılmaktadır. Sonuç olarak Suriyeliler sığınmacı statüsünden de yararlanamaz. İkincil koruma ise YUKK madde 63’de düzenlenmiştir. Kişinin ikincil korumaya tabii olması için bulunduğu bölgede ağır bir insan hakkı ihlaline maruz kalması gerekir. İkincil koruma kavramı da Suriyelilerin bulunduğu statü için kullanılamaz. Son olarak geçici koruma kavramı YUKK madde 91’de düzenlenmiştir. Bu madde diğer maddelerin aksine kitlesel akın halinde sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancıları kapsar. Geçici koruma geniş kitleleri içine alan bir statüdür.
Sonuç olarak bu 5 kavram içerisinden Türkiye’deki Suriyelilerin statüsü için kullanılan en doğru ifade geçici koruma statüsüdür. Geçici koruma altında olanlar güvensiz buldukları yerlerin güvenli bölgeye dönüşmesi, gerekli altyapının sağlanması halinde geldikleri yerlere tekrar gönderilebilirler. Geçici koruma statüsü altında olan kişiler yine kendi istekleri ile yaşadıkları yerlere tekrar geri dönebilirler.
20.yüzyılda yaşanan çatışmalar ve bu çatışmalar sonucunda ortaya çıkan millî devlet olma mücadeleleri, milyonlarca insanın farklı bölgelere göç etmesine neden olmuştur. Beklenmeyen bu göç hareketliliği bir müddet sonra uluslararası mekanizmaları göçe ilişkin yasal bir mevzuat hazırlamaya itmiştir. Konuyla ilgili olarak Temmuz 1951’de İsviçre’nin Cenevre şehrinde bir araya gelen 26 ülke, Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme ’yi (1951 Cenevre Sözleşmesi) akdetmiştir.[3] Bu minvalde bir serlevha olarak belirtmek gerekirse “sığınmacı” hukukuna dair ilk defa özel bir sözleşme yapılmıştır. Sözleşme esasen savaş sonrası mülteci sorunlarına ilişkin hazırlanmış uluslararası bir hukuk metnidir. Sözleşme ile “mülteci kavramı” ve “mülteci hukuku” nezdinde konuyla ilgili uluslararası bir bakış açısı geliştirilerek, mültecilik statüsüne de genel kabul gören temel bir ölçüt getirilmiştir.
Sözleşmeye göre mülteci; dış saldırı, işgal, yabancı egemenliği veya vatandaşı olduğu kendi ülkesinin bir bölümünde yahut bütününde kamu düzenini ciddi biçimde tehdit eden olaylar nedeniyle ülkesi dışında başka bir yere sığınmak için yaşadığı yerden ayrılmak zorunda kalan her insandır. Hakeza uluslararası korumaya ihtiyacı olan kişilerin kapsamını genişleten 1951 Cenevre Sözleşmesi’yle kimin mülteci veya uluslararası başka bir hukuki korumaya sahip olacağı ve bu kişilerin ne tür yardım ve sosyal haklardan yararlanacağı da açıkça düzenlenmiştir.
Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne hemen taraf olmuş fakat sözleşmenin iç hukukumuza uyarlanarak yürürlüğe girmesi 1961 yılını bulmuştur. Bu noktada önemle belirtmek gerekir ki, Türkiye 1951 Sözleşmesi ’ne, sözleşmenin 1B maddesinde tanımlanan “Avrupa’da gerçekleşen olaylar sonucunda mülteci olan” bireylerle sınırlı tutarak, coğrafi kısıtlama ile taraf olmuştur. Her ne kadar daha sonra kabul edilen ek protokolle (1967 Ek Protokolü) çekince koyma hakkı mülga edilmişse de 1951 Sözleşmesi’ni bu çekinceyle imzalayan ülkelerin çekince hakkı muhafaza edilmiştir. Türkiye’nin 1951 Sözleşmesi’ne çekince koyarak taraf olması bazı uluslararası insan hakları örgütlerince eleştirilse de bu eleştiriler hukuken kabul edilebilir değildir. Kaldı ki Türkiye’nin sözleşmeye coğrafi kısıtlama ile taraf olması, Avrupa Konseyi üye ülkeleri dışından gelip Türkiye’ye sığınanlara uluslararası bir hukuki koruma statüsü tanınmayacağı manasına da gelmemektedir.
Nitekim Türkiye, sözleşme hükümlerine göre mülteci statüsü alabilecek Avrupalı olmayan kişilere, mevcut duruma göre iç hukuktaki düzenlemelerle “şartlı mülteci, ikincil koruma, geçici koruma” gibi statüler vererek bu kişiler kendi ülkelerine geri dönene kadar veya üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar uluslararası bir hukuki koruma sağlamaktadır. Hakeza Türkiye, mülteci statüsü dışındaki sığınmacılara da 1951 Sözleşmesi’nin tanıdığı; ayrımcılık yapılmaması, din özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, geri göndermeme ilkesi çerçevesinde muamele etmekte; onları eğitim, sağlık, çalışma ve diğer temel insan haklarından mahrum etmemektedir. Türkiye’nin hâlihazırda dünyanın en kalabalık sığınmacı nüfusuna hukuk çerçevesinde ev sahipliği yapan ülke olması da bunun en açık tezahürüdür.[4]
Türkiye’nin sözleşmeye coğrafi çekince şartı ile taraf olması, uluslararası hukuk bağlamında haklı nedenlere dayanmaktadır. Zira 20. yüzyılda başlayan ve günümüzde de devam eden Ortadoğu ve Körfez ülkelerindeki iç çatışmalar sebebiyle Türkiye, stratejik konumu dolayısıyla belli dönemlerde kitleler hâlinde göçe maruz kalmıştır ve bu durum hâlen devam etmektedir. Ülkemize yönelik kitlesel göçlerin bu denli yoğun yaşanmasının temel nedeni Türkiye’nin “geçiş ülke, aracı ülke” olarak görülmesidir. Mevzuya bu açıdan bakıldığında da coğrafi çekince şartının ardında yatan endişeyi anlamak hiç zor değildir.
Bu endişe; millî güvenlik, yöneticilik hakları, kamu düzeni/sağlığı, sosyal ve kültürel etkenler ve sığınmacıların getireceği işsizlik sorunu gibi haklı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Nitekim sözleşmenin imza edildiği dönem tarihsel olarak okunduğunda, bu çekincenin gerekçeleri kolaylıkla anlaşılmaktadır. Zira o dönemde dış borçlarını yeni yeni bitiren Türkiye, ekonomik olarak zorlu bir süreçten geçmekteydi; dolayısıyla kitleler hâlinde gelebilecek sığınmacılara mültecilik statüsü altında haklarını tam olarak ifa edebilecek ekonomik gücü bulunmamaktaydı. Netice itibarıyla sözleşmeye konulan çekincenin de hukuki zeminde bu çerçeveden değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, Türkiye’de coğrafi çekinceden kaynaklı koruma statüsü elde edemeyen sığınmacılar için alternatif teşkil edecek kalıcı bir koruma sistemi bulunmamaktadır. Mevcut hukuki düzenlemeler bağlamında değerlendirilecek olursa Türkiye’nin uyguladığı sığınma mekanizmasında coğrafi şartlardan dolayı ikili bir sistem olduğunu görülmektedir. Aşağıda detaylıca izah edileceği üzere, ilk sistem Suriye’den gelen sığınmacılara toplu olarak verilen “geçici koruma statüsü”dür; ikinci sistem ise diğer uyruklara sahip sığınmacıların mevcut hukuki durumlarına göre başvurmaları gereken hukuki koruma statüleri olan “mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma”dır. Fakat önemle belirtmek gerekir ki geçici koruma statüsü, isminden de anlaşılacağı üzere, geçici ve sınırlı bir koruma statüsüdür. Bu nedenle hukuken sürdürülebilir nitelikte bir yapıya sahip değildir.
Bu durumda da çözüm olarak ilk etapta Türkiye’nin 1951 Sözleşmesi ’nde benimsediği coğrafi kısıtlamayı kaldırması önerisi akla gelebilir. Fakat bu durum ileride suistimallere sebep olma riski taşımaktadır. Zira coğrafi kısıtlamanın kaldırılması gündeme gelirse hâlihazırda Türkiye’de bulunan sığınmacıların güvenli üçüncü ülkelere yerleştirilmesi durumu ortadan kalkabilir. Şu anda Türkiye’de 7 milyona ulaşan sığınmacı sayısı da göz önünde bulundurulacak olursa coğrafi kısıtlamanın kaldırılması ile ortaya çok daha ağır bir tablo çıkabilir. Bu da sürdürülebilir bir durum değildir.
Bu bakımdan şu aşamada Türkiye açısından güvenli üçüncü ülkelere yerleştirme politikası hayati önem taşımaktadır. Dolayısıyla çekincenin bir bütün olarak kaldırılması hukuken uygulanabilir olsa da tatbiki açından pek mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte çekincenin bir bütün olarak kaldırılması yerine, gerekli yasal zemin oluşturularak 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki coğrafi kısıtlama, iç hukukta yapılacak düzenlemelerle belirli bölgeler özelinde kaldırılabilir. Bir diğer alternatif ise, sürdürülebilir olmayan geçici koruma yerine, tatbiki açıdan sürdürülebilir olan ve herhangi bir muğlaklığa sebebiyet vermeyecek yeni bir mevzuat hazırlanması olabilir.
Nihayetinde 1951 Sözleşmesi’ni Suriyeliler özelinde değerlendirmek gerekirse; -aşağıda detaylıca izah edileceği üzere- Suriyelilerin Türkiye’deki statüsü mülteci statüsü değil, geçici koruma statüsüdür. Türkiye’deki geçici korumadan yararlanan Suriyelilerin genel olarak kimlik belgesi alma, sağlık hizmetlerinden faydalanma, eğitim ve kısıtlı da olsa çalışma hakları mevcuttur.
Yukarıda detaylı olarak açıkladığımız üzere, mülteci statüsü yalnızca Avrupa’dan gelenlere tanınan bir uluslararası koruma türü olduğundan, ülkemize Suriye’den gelen insanlara bu statünün tanınması mümkün değildir. Diğer koruma türleri açısından değerlendirmede bulunduğumuzda ise; Suriyeliler ülkemize şartlı mülteci sıfatının tanınması için gerekli olan beş kriterden birisi veya birkaçı nedeniyle de gelmediğinden, geri gönderildikleri takdirde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun ikincil korumayı tanımladığı 63. maddede sayılan sebeplerden dolayı da zulüm görme riskleri bulunmadığından, her üç koruma türünün kapsamına da girmemektedirler. Somut delillere dayanan işkence ve zulüm ihtimali varsa, yabancının ikincil koruma altında tutulması mümkündür. Tüm bunların yanında mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma türleri bireysel niteliktedir ve kitlesel akın hallerinde uygulanmaları mümkün olmaz. Dolayısıyla ülkemize gelen Suriyeliler kitlesel bir akın halinde geldiklerinden dolayı mülteci, şartlı mülteci veya ikincil koruma statülerine sahip olamazlar.
Ülkemizde bulunan Suriyelilerin sahip oldukları statü geçici koruma statüsüdür. Geçici koruma statüsü kavramı Türk Hukuku’na 2014 yılında girmiştir[6]. Geçici koruma statüsü; uluslararası sözleşmelerde yer alan bir koruma türü olmamakla birlikte, yalnızca devletin takdir yetkisine bağlı olarak tanınan bir koruma statüsüdür. Bunun yanı sıra, geçici koruma statüsü; uluslararası herhangi bir sözleşmede yer almadığından, idarenin takdir yetkisine bağlı olarak veriliyor olduğundan, bu statünün tanınması yalnızca Devletin inisiyatifine bağlı olup, verilmesinde herhangi bir bağlayıcılık veya zorunluluk bulunmamaktadır.
Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun “Geçici koruma” başlıklı 91. maddesine göre; “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir.
Bu kişilerin Türkiye’ye kabulü, Türkiye’de kalışı, hak ve yükümlülükleri, Türkiye’den çıkışlarında yapılacak işlemler, kitlesel hareketlere karşı alınacak tedbirlerle ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlar arasındaki iş birliği ve koordinasyon, merkez ve taşrada görev alacak kurum ve kuruluşların görev ve yetkilerinin belirlenmesi, Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir”. Bu statü, ülkemize kitlesel akın halinde gelen ve yukarıda açıkladığımız üç uluslararası koruma türü kapsamına da giremeyen yabancılara uygulanmaktadır.
Kitlesel akının ne anlama geldiği Geçici Koruma Yönetmeliği’nin 3. maddesinin 1. fıkrasının (j) bendinde; “Aynı ülkeden veya coğrafi bölgeden kısa bir süre içerisinde ve yüksek sayılarda gerçekleşen ve söz konusu sayılar nedeniyle bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemlerinin usulen uygulanabilir olmadığı durumları,” olarak açıklanmıştır. Dolayısıyla bir hadisenin kitlesel akın olarak nitelendirilip nitelendirilmemesi ile ilgili hadise dolayısıyla ülkemize gelenlere geçici koruma statüsünün verilip verilmemesi hususları, tamamen siyasi makamların verecekleri kararlar doğrultusunda belirlenecektir.
Suriyelilerin Türkiye açısından ne zamandan itibaren kitlesel akın oluşturduğu sorusuna bakılacak olursa; doktrinde bu sorunun cevabının önem arz ettiği çünkü kitlesel akın bulunmadığı takdirde geçici korumadan bahsedilemeyeceği ifade edilerek, bu sorunun cevabının resmi açıklamalar esas alınarak verilmesi gerektiği ifade edilmiş buna göre 2011 yılında Dışişleri Bakanlığı Türkiye’de henüz 30-40 bin Suriyeli bulunmakta iken, Ülkemizin en fazla 100.000 Suriyeliye ev sahipliği yapabileceğini, 100.000 kadar Suriyeli için barınacağı kampların inşa edildiğini belirtmiş ve Suriyede’deki olayların üç ay içinde biteceğini ifade etmiştir. Doktrinde belirtildiği üzere; Dışişleri Bakanlığı’nın bu açıklaması esas alınmalı ve bu açıklamaya göre, Türkiye’nin ev sahipliği yapabileceğinin üstünde bir kitlesel akının, Suriyelilerin sayısının 100.000 sayısını geçmesiyle başladığı kabul edilmesi gerektiğinden, Türkiye açısından Suriyelilerin sayısının 100.000 sayısını geçtiği 28 Nisan 2011 tarihi bu akın için başlangıç tarihi kabul edilmelidir[7].
Sonuç olarak; esasında mevzuatımızda hangi yabancıların mülteci veya şartlı mülteci olacağı; hangi yabancılara ikincil koruma veya geçici koruma statülerinin verilmesi gerektiği; hangi yabacıların ise göçmen sıfatını sahip olabileceği açık bir şekilde düzenleme altına alınmıştır. Ancak sığınma statülerinde kavram karışıklığı hala varlığını sürdürmektedir[8]. Açıklamalarımız ve mevcut mevzuatımız gereği, mülteci statüsü bireysel bir statü olup, kitlesel akın hallerinde uygulanmadığından, Türkiye’de bulunan Suriyeliler için her ne kadar “mülteci” sıfatı kullanılsa da, bu kullanım hatalıdır. Ülkemizde bulunan Suriyeliler mülteci, şartlı mülteci veya ikincil korunan değildirler[9].
Ayrıntılı olarak izah ettiğimiz üzere; halihazırda ülkemizde bulunan Suriyelilerin hukuki statüleri, mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma sahibi olarak tanımlanamaz, bu yabancıların sadece geçici koruma statüsünde oldukları söylenebilir. Bu kişiler, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile bu Kanun dayanak alınarak çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği’ne tabidirler[10]. Bu sebeple bu kişilerin, gerek medya organlarında ve gerekse diğer alanlarda göçmen, mülteci gibi sıfatlarla adlandırılması iç hukukumuz açısından hatalıdır.
Bu konu hakkında benzer makaleler için tıklayın