Tarihin en zayıf ABD’si!

İddia bana ait değil, ünlü Foreign Policy dergisi yıllar önce böyle yazmıştı!

Derginin yazısına bakalım önce; Sovyetlerin yıkılmasından sonra dünyayı siyasi olarak ABD’ye, ekonomik olarak çokuluslu dev şirketlere bağlamayı hedefleyen Yeni Muhafazakar Akım’ın ( Neokonseravatizm ) tam hedefi, “ Tek Dünya Devleti ” idi…

Bunun için ulusal devletlerin ortadan kalkması/kaldırılması gerekiyordu.. Kısaca anımsayalım; mesela küreselleşme yani üçüncü dalga emperyalizmin ideologlarından John Nasbitt , Sovyetler sahadan çekildikten kısa bir süre sonra NPQ dergisine yazdığı yazıda şöyle diyordu:

Artık, dünyada 180 değil, bin 80 ülkenin olması gerekiyor!

Söylemek istediği “ Kent Devletleri ” idi. Askeri gücü bulunmayan, yalnızca güvenlik kuvvetlerine sahip, altyapısını dev şirketlerin arzusuna göre şekillendirmiş, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ise bu şirketlerin emellerine sonuna dek açmış küçük ülkelerden söz ediyordu!

Japon asıllı Amerikalı Prof. Francis Fukuyama ’nın “ Tarihin Sonu ” isimli yankı yaratan kitabı da Nasbitt’in bu temennisini destekler nitelikteydi.

Başta sosyalizm olmak üzere tüm ideolojiler, hür dünya lideri ABD karşısında yenilgiye uğramıştı…

Kısacası tarih yapmak artık liberal ekonomik politikaları ve Neokonservatif  siyaseti öne çıkaran ABD’nin tasarrufunda olacaktı…

Ancak olmadı, olamazdı da!..

ABD ve stratejik dostları her yolu denedi; ancak ulus devletleri çözme politikası bir türlü rayına oturmadı! 11 Eylül 2001’deki “ İkiz Kuleler ” provokasyonu, Afganistan, Irak işgalleri, ardından “Arap Baharı”,  Libya ve Suriye kumpasları da işe yaramadı!

Dünya bugün çok kutuplu günlerine geri dönmüş vaziyette!

Geçmiş yazılarımda ben de bu konuyu sizlerle defalarca paylaşmıştım…

Neokonservatizm öldü!

Tabii, yalnızca çok kutupluluk da değildi!

Foreign Policy, ABD’nin çok zayıf bir dönemden geçtiğinin altını çizerek şu ciddi saptamayı yapıyordu:

Neokonservatizm öldü. Liberal enternasyonalizm artık itibar görmüyor. Amerika şimdi ne yapacak?

Derginin yazarı Michael Hirsh , Amerika’nın yakın tarihli politikalarını eleştirdiği yazısında, “ Son yüzyılın en büyük gerçekçilerinden ” diye gösterdiği,  “ Zor dönemlerin efsane politikacısı ” olarak tanımlanan Henry Kissinger ’ın fikirlerine dönme çağrısı yapıyor ve ABD’nin bu “ zayıf ” döneminde bu deneyimli politikacının önerdiği yolu dikkate almasını öneriyordu…

Neydi peki Kissinger’ın önerdiği yol? Hirsh, öncelikle şu tespiti yapıyordu:

Uluslararası arenada birden fazla büyük oyuncunun olduğu, yeni yükselen “milliyetçilik dalgasıyla” pek çok ulusun büyük güçlere ayak direme/direnir görünme ihtiyacı duyduğu bir dünyadayız artık!

İşte ABD’nin, tam da böyle bir dünyada hem büyük oyuncular hem de yeni milliyetçi ülkeler açısından tehdit olarak algılanacak fazla saldırgan politikalardan kaçınması gerektiğini, çünkü bu ülkelerin yöneticilerinin daha önce Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi, ABD ya da genel olarak “ dış güçler ” tehdidi ile “ ulusal kontrolü sağladıklarını ” söylüyordu Hirsh!..

Yazar, böyle bir dönemde ABD’nin “ pragmatik bir birlikte yaşama ” yolu bulması gerektiğini, daha yalıtımcı bir dış politika izlemesinin şart olduğunu, bunun tam olarak içe kapanma anlamına gelmediğini, Kissinger’in, gücün konsesusa çevrilmesi olarak adlandırdığı “ gönülsüz rıza yerine anlaşmaya dayalı ” uluslararası ilişkiler kurulması gerektiğini vurguluyordu!

Kısacası daha yumuşak başlı, tıpkı 2. Dünya Savaşı’na dek yürüttüğü “yalnızlık politikasına” benzer yalıtımcı dış politika yürüten bir Amerika!..

Önerilen buydu ancak zordu, çok zordu!

Irkçılık mezhepçilik ve bölgesel savaşlar çıkmazı!

Foreign Policy yazarının tespit ve önerilerinin önemli bölümü doğru ve gerçekçiydi, ancak sorunlar devasaydı…

Her şeyden önce eski Başkan Trump, aşırı milliyetçilikten “ ırkçı faşizme ” sıçrama yapmış bir siyasetçiydi, ABD toplumunun içindeki canavarı uyandıran bir faşist olarak geçti tarihe! Bugünkü başkan Joe Biden ise ABD’nin dünya jandarmalığı konusunda gözünü karartmış bir politikacı görüntüsü çiziyor!

Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’da faşizm, ırkçılık, mezhepçilik, dinler arası gerginlik almış başını gidiyor! Birçok ulus devlet yukarıda saydığım olumsuzlukların içinde çırpınıyor. Bu ülkelerde yönetimler giderek sertleşiyor, demokrasi istemleri karşısında bırakın uzlaşmayı, doğrudan faşizme yöneliyor!

Türkiye de bu rüzgardan payını alıyor doğal olarak; son zamanlarda yaşadığımız hukuksuzluklar, medya üzerindeki boğucu baskı, gazetecilerin art arda sudan sebeplerle hapishanelere doldurulması, iktidarın çıkardığı ve çıkarmayı planladığı yasalar, ülkenin nasıl bir rejime götürüldüğünü net bir şekilde gösteriyor…

Bunun üzerine, bir de Doğu Akdeniz’deki çıkar savaşlarını, yapılan ittifakları, Ukrayna örneğini, dünyanın dört bir yanında yaşanan içinden çıkılmaz çatışmaları ekleyin; siyaset bilimcilerin “ büyük savaş ” teorilerini de üzerine tüy olarak dikin, tablo gayet netleşiyor…

Tanrı dünyayı korusun diyeceğim ama, böyle bir dünyayı korur mu kuşkuluyum!..