Terim ve kavram arasındaki farkı bir benzetmeyle tarif edecek olsak, kavram için öz , terim için ise evlatlık anlam denilebilir. Bu benzetmenin özünde de doğal dillerin en ilginç özelliklerinden biri, Ekonomi Yasası var.
Ekonomi yasası dili mümkün kılan belki de en kritik yasalardan biri. Dil sistemlerinin öğe sayısı bakımından makul bir sınırda kalmasını, insan zihninin karşılayamayacağı abartılı bir yığına dönüşmesini engelleyen, başka bir deyişle dili öğrenilebilir ve kullanılabilir kılan iktisadi bir ilke. Örnek vermek gerekirse, tarihin bir noktasından sonra insanlar birbirlerine karşı daha nazik davranmaya karar verdiğinde, dil, bu yeni durum için sıfırdan bir araç icat etmek yerine mevcut bir aracı bu yeni amaca atamış. Geçmiş zamanın iması için icat ettiği “di” aracına, aynı zamanda nezaketi artırmak için de kullanılabilecek ikincil bir kimlik sağlamış. Birine, “Pencereyi kapat!” yerine “Pencereyi kapatabilir misiniz?” diye sormak kibarlığın bir göstergesi ama modern insanın, “Pencereyi kapatabilir miydiniz?” gibi çok daha ileri bir nezaket ihtiyacını karşılamak için bu eski aracı kullanmış. Bu gibi durumlarda dilin ekonomi politikası, yeni bir dilsel alet üretmek yerine zaten var olan bir aracı devreye sokmak oluyor. Hatta başka dillerde, örneğin İngilizcede, bu geçmiş zaman aracı bizdeki gibi sadece nezaketi arttırmak için değil, olasılığı düşürmek gibi üçüncü bir görevde dahi kullanılabiliyor. “It may rain” yağmurun yüzde elli oranında yağma olasılığına gönderme yaparken, “It might rain”, yani cümleyi geçmiş zaman bağlamına çekmek, yağmurun yağma olasılığının çok daha az olduğunu gösterebiliyor.
Dilin bu ekonomi yasasının bir diğer yansımasını da matematikte görüyoruz. Eğer dil sayıları bir avuç rakamın farklı kombinasyonlarıyla simgelemeseydi, sırf matematiksel işlemler için dilimizde milyarlarca yeni sözcük üretmek zorunda kalırdık. 103 ya da 1267 gibi mevcut elemanlarla basitçe ifade edebildiğimiz her değer için yeni bir kelime bulmamız gerekirdi.
Sürekli yenilenen bilim ya da fikir dünyasında ortaya çıkan yeni kavramlar için de dilin bu yasası geçerli. Yeni bir kavram için mevcut kelimeler arasından o fikri bir şekilde temsil edebilecek eski bir kavramı bulup görevlendirmek dilin ekonomi yasası yüzünden. Bu bakış açısıyla da terimi, bir disiplin ya da akım tarafından eski bir kavramın evlat edinilmesi gibi görebiliriz. Zarf, kök, yüklem dilbilgisinin; amaç, köşe, futbolun; daire, çap, kare terimleriyse geometrinin kavramsal evlatlıkları olduğunu söyleyebiliriz.
Terim ve kavram farkı için söylenebilecek bir diğer şey de kavramın genel anlayışımızla; oysa terimlerin çoğu kez karmaşık bir benzerlikle ilgili olduğu. Bunun oluşturduğu sorun da terimleri zihnimizdeki o bilindik kavramla doğrudan ilişkilendirme eğilimimiz. Oysa her terim, az ya da çok basit bir metafordan başka bir değildir; yeni bir düşünce için insan evladının, “Bu durumu benzetecek başka bir sözcük bulamadım.” halidir. Mesela fiziki bir olguyu temsil eden “enerji” kavramının bazı alanlarda “insanın evrenle arasındaki bağ” olarak kullanılması, o bağa benzetecek başka hiçbir şey bulunamadığımız için. İşin tuhaf yanı da kavramsal olarak enerjinin ne olduğu, neye benzediğiyle ilgili tek bir fikri dahi olmayan bir yığın insanın kendi yükledikleri bu metafor anlamla meramlarını başarıyla anlatabilmeleri.
Ama yine de bu konudaki asıl sorun, özellikle bilim dışı alanlarda insanların terim üretiminde aşırıya kaçmaları. Terimlerin anamorfik olduğuna inanıp kavramlara istedikleri zaman, istedikleri açıdan bakabileceklerini sanmaları.
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Aptallık Nedir? Aşıyla Ne Alakası Vardır?