Yetişkin Olma(ma)k

Kimse bana yetişkinlerin dünyasındaki körelmiş ifadelerden, kalıplaşmış yargılardan ve adaletsiz tutumlardan bahsetmedi. Ayrıca kimse bana doğanın canlı renklerini yitirmiş gri yetişkin dünyasında keşfetmenin incelikli hazzından, üretmenin yoğun zevkinden bahsetmediği gibi, kalıplaşmış yargıları yıkabilen ve yeni anlamlar yaratabilen yetişkinlerin var olabileceğinden de söz etmedi. Hatta kimse bana içlerinde çocuk yanlarını koruyabilen, sağlıklı tutabilen yetişkinlerin olabileceğine dair ipucu bile vermedi. Bu yüzden anlatmaya kadar verdim.”

Merhaba, ben içindeki çocuğu yetişkinlerin dünyasından korumaya çalışan, çocuklarla çocuk, büyüklerle yine çocuk olmaya çalışan bir yetişkinim. Bu tutumlarıma büyüklerimin renksiz kalan dünyasından bakılırsa yetişkin adaylığından dahi menedilebilirim. Olsun. Benim maruzatım aceleyle yetişkin olmaya çalışan çocuklara ve içinde bir dirhem dahi çocuksu tat kalmış olan yetişkinlere. Dahilinde en ufak çocuksu neşe kalmamış olanlara ise sözcüklerin dünyasının tesiri yeterli gelmeyeceğinden, onları umut kategorisine alıyor ve bir gün tebessüm sıralarının geleceğini umuyorum.

Her çocuk gibi yetişkinlerin dünyasına meraklı bir velettim. Merakımın yetişkinler ile sınırlı olmadığını hatırlıyorum. Hatta yerküreye bakınca, onlar fazlasıyla sıkıcı bile sayılabilirlerdi. Benim yerkürem evimizin bahçesiydi. Yağmur yağdıktan sonra duvarlara tırmanan salyangozlar, cama yapışan yeşil kurbağalar, huysuz karıncalar, ilgisiz çekirgeler, acımasız arılar… Bazen sayelerinde hastanelik olsam da hepsiyle münasebetim vardı. Münasebetimiz hep meraktandı. Ben onlara meraklıydım, onlar da benim gibi garip bir canlıya. Bugün dönüp bakınca anlıyorum ki, o zamanlar çocukluğumun doruk noktası, yetişkinliğimin ise taban çizgisiymiş.

İlkokul dönemi, çamurda yuvarlanma hakkımı elimden alırken hayvanlarla kurduğum diyalogların da sonunu getirmişti. Okulda kimse doğanın dilinden konuşmuyordu; konuşulmayan unutulmaya mahkûm olacaktı, olmuştu. Hepimiz unutmuştuk içinde koştuğumuz yeşil ormanların ilginç dilini. Özellikle de yetişkinler. Onlar griyi, yeşilden daha çok seviyor olmalılardı ki yan bahçedeki meşe ağaçları kesilirken kulakları tırmalayan çığlıkları hiç duymadılar. Biz çocuklar canhıraş çığlıklar eşliğinde ağlayarak duyurmaya çalıştık seslerini, anlamadılar; elektrikli testerenin sesinden korktuğumuzu sandılar. Ve ben ilk o zaman yetişkinlerin dünyasının bizimkinden farklı olduğunu anlamıştım. Kesilen meşelerin yerine mahallemizin ilk gökdeleninin temeli atılınca da griyi diğer renklerden daha çok sevdiklerini öğrenmiştim.

Ortaokul yıllarım yükselen gökdelenlerin gölgesinde geçti. Boğazım hafif ağrıdığında kaynattığım ıhlamurun kokusu hala beni o yılların bahar akşamlarına doğru, zamanda bir yolculuğa sürükler. Gökdelenlerin arkasında kalan tek yeşillikti ıhlamur ağaçları. Kaybolmaya başlayan mahallemizde yıllanmasına müsaade edilmiş yegâne unsurdu. Bakkal Yusuf Amca’nın yıllanmasına izin vermemişlerdi mesela ya da kunduracı Hafız Dede’nin. O zamanki aklımla, belirlenenden daha fazla yıl almış herkesin mahalleden ayrılması gerektiğini sanır, ailem için endişelenirdim. Mahallemizin bakkalı Yusuf Amca’nın büyükçe bir süpermarket, kunduracı Hafız Dede’nin ise fabrikasyon bir ayakkabı mağazası yüzünden mahallemizden kaybolduklarını öğrendiğimde; ıhlamur ağaçlarımı bir kâğıt fabrikası yüzünden fevt etmeyeyim diye her okul çıkışı onları kontrol etmeye başladım. Yetişkinlerin dünyasındaki tahaccüm hırsını ve acımasızlığı anlamaya başladığım yıllardı.

Lise yıllarım kimlik karmaşası içinde erginliğe ulaştı. Yetişkinleri daha iyi anlıyor, yer yer onlara hak veriyor, hatta onların yaptıklarını destekliyordum. İçimdeki merak çocuklara has bir özellikti ve ben artık çocuk olamazdım. Genç bir yetişkin adayıydım. Büyüklerimin dünyasına adım atmama az kalmıştı. Onlar gibi giyinmeli, onlar gibi konuşmalı, onlar gibi davranmalıydım. Öyleyse artık ıhlamur ağaçlarını düşünmemeliydim. Ihlamur ağaçlarını düşünmüyordum! Bu yıllarda yetişkin olmanın iki yüzlülüğünü idrak etmeye başladım. Ihlamur ağaçlarını düşünmemem gerekiyordu, ancak tüm reklam panolarında, televizyonlarda hatta radyolarda ağaçların geleceğimiz olduğu ve onları korumamız gerektiği söyleniyordu. Korumamız gereken ağaçları neden kesmişlerdi ki? Sadece bizim mahallemizde de değil, ülkenin her yerinden orman katliamlarına dair haberler geliyordu. Büyümüş bedenimdeki minik çocuk ilk o zaman vicdanıma bir çomak soktu: Eğer şehir yeşili yok ederse, ağır kanlı salyangozlar, cama yapışan yeşil kurbağalar, huysuz karıncalar, ilgisiz çekirgeler, acımasız arılar nereye gidecek?

-Ne kadar ayıp, içimdeki çocuk! Çomakla oynama yaşın geçti, sus bakayım! Böyle azarlamıştım riyakarlığa aklı ermeyen çocuksu yanımı; ilk büyük kavgamızı etmiştik.

Yıllar yılları, şehir doğayı, ergenlik yetişkinliği kovalarken meslek sahibi oldun, mimar oldun, aferin büyüdün, dediler. Büyüdüm mü? Artık yetişkin mi olmuştum yani? Çocukluğumdan beri merak ettiğim yetişkinlerin dünyasındaydım. Şimdi kimsenin sözüne bağlı kalmadan istediğim her şeyi yapabilirdim. Bütün meraklarımı giderebilir, cevaplanmamış sorularıma yanıt bulabilir ve sesi duyulmamış herkes için konuşabilirdim. Böylesine büyük bir özgürlüğün derunumda bir cümbüşe, yüreğimde keyfe, zihnimde bir sevince dönüşmesi gerekmez miydi? Dönüşmedi. Azman bir boşluk sardı evreni. Önce beni aldı içine, sonra tüm dünyayı kattı. Hiçbir şey yapmak istemiyor, hatta yapabileceğim şeylerin tahayyülünü bile kuramıyordum. Ne anlamı vardı ki büyümenin? Çocukluğumdan daha çaresizdim.

-Çocukluğum! Çocuk, içimdeki çocuk nerede?

İşte o gün derunumdaki çocuğun yokluğunu ilk kez hissettim. Yetişkinlerin tahaccüm arzusunun bürüdüğü dünyada hayatta kalmaya çalışmanın yorgunluğu her zerreme işlerken, büyümenin sorumluluğunun da omuzlarıma yüklenmesi, ilgisiz ve sevgisiz kalan yanımın benden kaçmasına neden olmuştu. Bedenim büyümüştü ancak afacana yer kalmamıştı. Afacanın gittiğini hissettiğimde iç dünyam da dış dünyam kadar grileşti. Gökdelenlerin gölgesinde kuruyan ıhlamur ağaçları gibi kurumaya başladım. Çevrede benimle alakadar olacak yetişkin yoktu. Tek meraklı ve inançlı olan çocuğu ise erginleşme uğruna ilgisiz bırakmış, yurtsuz kılmıştım.

Şehrimin ve benim grileşmiş düşünce batağına saplandığımız bir gün, bedenimin toparlanması için yine bir ıhlamur çayı demledim kendime. Kokusu mutfağın içinde ağır ağır yükselirken, sarıdan turuncuya çaldı rengi. Ufak tomurcuk parçaları, cam bardağın içinde bir aşağı bir yukarı dans etmeye başladı. Çocuksu bir neşe kapladı içimi ‘keşke baharda buralar ıhlamur koksa’ dedim.

– Belki de bir ıhlamur fidesi almalı ve apartmanın yanına dikmeliyim. Kimse mis gibi kokan ıhlamur ağacına lakırdı etmez, hatta iki tutam koparır çayını içerler.

İşte bu düşünce de derunumda kaybolduğunu sandığım çocukla ilk yeniden temasımdı. Bir anının zamanda yaptığı yolculukla bugüne inancımın tazelenmesiydi. İçimdeki neşe ıhlamurdan değil, çocuksuluktandı. Dünyayı ben değiştiremezdim. Gökdelenleri çekirgelere, peygamber develerine, uğur böceklerine, arılara, kurbağalara, yeniden ormana dönüştüremezdim ancak ormanı şehre taşıyabilirdim. Bir fide dikerek başlayacaktım bu dönüşüme. Sonrasında hayalperest davranacak ve içinde ormanı taşıyabilen bir bina dizayn edecektim. Ettim.

Önceleri oldukça eleştirildim. Ihlamur kokulu bir dünyanın ihtimali dahi büyüklerimizin sınırlarını çok zorladı. Olmaz dendi. Binanın tepesine, içine, yanına, yakınına ağaç olmaz; kökler betona zarar verir, dediler. ‘Bak sen şu köklere, insanın göğü delen binalarına dahi kafa tutuyor’ demedim. En azından sesli söylemedim. Tasarımın eksiklerini yeniden dizayn ettim; projeyi, ıhlamurları, insan doğa birlikteliğinin ihtimallerini yeniden ve yeniden anlattım. Ret sayısı çoğaldıkça, gri dünyaya mahkûmiyetimi kabullenmek yerine içimdeki çocuğu bu davada yoldaş aldım yanıma. Minik bir çocuğun müdafaa sanatına başarıyla hâkim olabileceğini de bu süreçte öğrendim.

Bir gün al yanaklı, komik kahkahalı elli yaşlarında bir çocuk çıktı karşıma. İnşaat dünyasında hatırı sayılır bir isim olmaktan öte, sektörün dev isimleri arasındaydı. Ihlamur kokulu ihtimallerden bahsederkenki neşelenen ruhundan, derununa saklanan çocuğun göz kırpışından tanıdım onu, o da beni. Yetişkinlerin kurallı evreninde içlerindeki çocuğu korumaya çalışan ve onlara yaşanacak bir dünya sunmaya çalışan iki erişkin bireydik.

Birkaç ufak düzeltme ve eklemenin ardından projemi hayata geçirdik. Metropolün göbeğinde göğe doğru yükselen, yeşil bir bina. Süslemeleriyle yeşile bürünen değil, yeşil ile grinin dost olabileceği bir tasarım. Oksijen üretmeye devam eden, ancak içinde binlerce insanı da barındırabilen bir yapı. Bu binayı dizayn eden içimdeki çocuğun hayal gücünün, bir yetişkininkinden daha incelikli olduğu aşikâr.

Projeyi kabul eden patronum ve benim için inşaat, bir oyun alanı oldu. Metropolün içinde yeşili hayal edemeyen tüm gözler buraya döndü. İçindeki çocuğu hareketlendiren bize koştu. Yetişkinlerin sağlıklı oyun alanına döndü dünyamız. İşte o gün yetişkin olmanın, yetişkinlerin kısıtladığı dünyaya mahkûmiyet gerektirmediğini; içinde heyecanlı ve umutlu çocuklar barındıran yetişkinlerin, grileşen dünyayı yeniden yaşanacak bir diyar kılacağını idrak ettim. Üretmenin hazzı, yaratmanın zevki ve iyileştirmenin gücüyle içimdeki çocuğa kocaman bir dünya açtım. Dış dünyanın tüm griliğine inat, rengarenk bir dünya.

Çocuksu bir yetişkine dönüşme yolculuğumu, aceleyle yetişkin olmaya çalışan çocuklara ve içinde bir dirhem dahi çocuksu tat kalmış olan yetişkinlere, özlerini anımsatmak için yazdım. Ihlamur kokulu bir hayalin hepimizin umudu olabileceğini unutmayın. Çocuk gibi düşünenlerin olmadığı bir dünya meraktan uzak, kalıplaşmış, köksüz kalmış bir dünya. Büyümenin heyecanı ve sorumluluklarıyla hayal kuran çocukları küstürmeyin. Renkli ve sağlıklı bir dünyanın teminatı o hayaller olacak…

Yapılmış bir tasarımın arkasındaki iç dünya kurgulanmıştır.