Son üç yılı Turkcell’de olmak üzere toplam 13 yıl Türkiye’nin en büyük firmalarında çalışacaksınız, sonra bir gün kendinize o “yeter artık” diyebilecek cesareti gösterip herşeyi ardınızda bırakacaksınız. Tüm sevdiklerinizi, kariyerinizi, herşeyi… Gideceksiniz uzaklara…
Seçilen yer de Amerika, Avusturalya veya Avrupa’da bir ülke değil; Uganda!
“Uganda… Orası nesli tükenmek üzere olan 530 gorilin yuvasından ibaret bir yer değil… ‘Param yok’ dediğim için sınırdan vize parası vermeden geçtiğim, ilk kez AIDS’li bir kadına sarıldığım, kavanozda çilek reçeli sanıp yediğim şeyin, aslında içine karınca girmiş koyu renkli bir bal olduğunu öğrendiğim, doğal parkın ortasında etrafta ne hayvanlar olduğunu anlayamadan yolda kaldığım, yağmur ormanlarında 6 erkek ve ben 30 kilometre yürüdüğüm, 7 ay yağmur yağmasına ve her tarafın yemyeşil olmasına rağmen parasızlıktan bir barajın bile yapılmadığı ve bu yüzden elektrik ve suyun olmadığı, beni kendilerinden biriymiş gibi misafir eden bir ailenin yanında kaldığım,
o sefalete rağmen hediyelere boğulduğum, saçımı ellemelerine izin verdiğimde gözleri yuvalarından fırlayan insanlarla tanıştığım, binlerce yarasası ve pitonu olan mağaralarında dolaştığım, su aygırlarının çıkardığı homurtuları dinleyerek uyuduğum bir yer!
Büyülü bir yer! Sadece insani gereksinimlerini karşılamaya çalışmaktan kötülüğe, ikiyüzlülüğe, entrikaya vakit bulamayan, hayatta kalmaya çalışan insanların ülkesi…” diyor o Uganda için.
O, yaşamını artık Uganda’da sürdüren Meltem Yaşar ; 20 Soruluk Söyleşiler’de yeni konuğumuz.
Çekirge kovalayan, kurbağa yakalayan, yılanlardan çekinmeyen, kertenkele eğiten, kısacası hayvansever bir çocukmuş Meltem. Tahta parçaların altına sabun sürüp ormanda yokuşlardan aşağı kaymaya, bütün gün derede gavur balığı* ve türk balığı* yakalamaya – ve sonrasında geri bırakmaya -, çamurdan koltuk takımı yapmaya, güzellik mi çirkinlik mi oynamaya, salıncakta sallanmaya ve popo üstü düşmeye, koruk terletmeye, böğürtlen ararken kaybolmaya, kayaların üzerindeki kına gibi renk veren yosunları bulup onları taş ve tükürükle sıyışrarak avucuma kına yakmaya, dut çırpmaya** ise hala çok meraklı o. 57 yıldır günlük tutan bir babanın altıncı çocuğu.
Meltem kendi ağzından gavur balığı, Türk balığı ve dut çırpma macerasını anlatmış:
*gavur balığı: kurbağa yavrusu topaçlar oluyor, bi balık bi kurbağa olmaları nedeniyle ne oldukları belli olmadığından onlara gavur balığı denirdi. Oysa Türk balığı öyle miydi? Hep aynı zerafet içinde büyür adam gibi balık olurdu. Hem topaç balığı kurbağa olmaya hazırlanan ve büyüyen koca kafasını taşıyamadığından bi garip bi hantal yüzerdi. Türk balığı ise artistik patinajcılar gibi hep narin, hep kararlı bi stille yüzerdi.
**dut ağacına çıkarsın, dutlar olgun olmalı ama, aşağıda bi grup komşu, abi, abla da bi çarşaf, bi örtü ne varsa gerip beklerler, sen de başlarsın dalın üstünde zıplamaya, olgun dutlar patır patır düşer örtünün üstüne, iyi tutunmazsan sen de düşersin, ağzın yüzün dağılır.
Anadolu Lisesi’nden sonra ODTÜ İİBF Kamu Yönetimi’nde okumuş, British Council’den burslu Galler Üniversitesi’nde Bankacılık, Muhasebe ve Ekonomi masterı yapmış. Pamukbank’ta 6 yıl Mali Kontrol Bölümü’nde, Advantage Card’da 4 yıl Bütçe ve MIS Bölümü’nde, Turkcell’de 3 yıl Stratejik Planlama Bölümü’nde çalışmış. Ama en çok 20 yaşındayken Bodrum’da bir teknede miço olarak çalıştığı işini sevmiş!
Şimdi Uganda’da.
Herşey bundan 15 yıl önce “Sisteki Goriller” filmini izlemesiyle başlamış. ODTÜ’de öğrenci o zamanlar. Keyifli geçecek gibi duran bir akşam öğrenci evinde izlenen o filmin 15 yıl sonra onu nerelere götüreceğini kestirmenin mümkün olmadığı karlı bir Ankara akşamı? Bundan sonrasını Meltem’den dinleyelim:
“Film başladı, bilmeyenler için; Film Ruanda’nın balta girmemiş volkanik dağlarının eteğinde sislerin arasında yaşayan soyları tükenmek üzere olan dağ gorilleri ile hayatının 20 yılını onları korumaya, izlemeye, davranış biçimlerini incelemeye adamış ve bunu hayatıyla ödemiş bir kadın, Dian Fossey arasında geçiyor.
Diyeceksiniz ki belgesel tadında güzel bir film olsa gerek? Doğru, belgesel tadında ama insan zulmünün karşısında masum doğanın çaresizliğinin boyutlarına isyan ettiren, dağ gorillerinin tüy kaplı ve insanin tüylerini diken diken eden o dev cüsseden beklenmeyen yumuşak bakışlarına hayran bırakan ve canıyla da ödese kararlı ve gerçekten seven bir insanin neler yapabileceğini gösteren, bugün benim Uganda`da yaşamama neden olan film?
Film, mutluluk ve nefret sahneleri arasında giderken ben de ya heyecan ve mutluluktan, ya da dehşet ve üzüntüden bayağı bir gözyaşı döktüm o gece?
Yıllar sonra Turkcell’de çalışırken bi baktım takvimin kırmızı günleri ard arda sıralanmış masamdan bana bakıyorlar? Bayram tatili! Ne de güzel kırmızı kırmızı günler! İnternette bir iki dakikalık gezinme neticesinde karar verildi: Uganda’ya ve Rwanda’ya goril trekking yapmaya gidiyorum. Gittim, hayatımın en güzel tatilini yaptım, geri geldim İstanbul’a. Ama aklım oralarda kaldı. Uganda’dayken beraber safari yaptığım Emmanuel ve firmanin sahibi İtalyan turizmci – ki kendisi de Londra’daki Deloitte & Touche’da danışman olarak çalışıyordu – beni Uganda’ya dönmeye ve orda beraber iş kurmaya ikna etmeleri 7-8 ay sürdü.
Şimdi biliyorum ki iş ve şartlar çok riskli… Taşı toprağı altın değil ki Uganda’nın… Baktım ki eğer toplayıp iki valiz gidip bu firsatı değerlendirmezsem, ömür boyu pişman olacağım ve bir gün torunlarımı dizimde hoplatırken, ‘Var ya, ben gençken Uganda’yi çok sevmiştim, böyle böyle bi iş firsatı vardı ama ben çok korktum, gitmedim’ diyeceğim en fazla… Oysa şimdi anlatabileceğim hikayelerin ve başıma gelenlerin haddi hesabi yok.
Haaa, bir de Sinan Yaman’in bir workshop’una katılmıştım. Özlü sözler edebilenlerden masallar söylemeyi sever kendisi, ben de dinlemeyi. Dedi ki; ‘Bana benden başka engel yoktur.’ Dedi ki; ‘Yapmadığın atışların tamamını kaçırırsın’. Dedi ki bana; ‘Sen deli misin?’ vermek üzere olduğum Uganda’ya gitme kararını duyunca… Ama bi kez diyeceklerini de demiş bulundu. Sabah sınıfta başlayıp sabaha karşı kamp ateşi başında devam eden o workshop’ta herkes hayallerini anlatıyordu sırasıyla. Ben kararımı artık vermiştim; ‘Afrika’da yaşamak istiyorum’ dedim.”
Workshop’tan 1 ay sonra 1 Ağustos 2005’te, doğum gününde istifa edip Turkcell’deki işinden Uganda’ya geri gitti Meltem. (Hatırlıyorum o günü, benim de Turkcell’de çalıştığım zamanlardı. Rastlantı, Barış Akkiriş , dünya gezgini, o da aynı gün istifa etmişti Turkcell’den.)
Önce bir turizm firmasında çalışmış, şimdi ise bir export firmasında çalışıyor. Birleşmiş Milletler gibi de bir işyeri var: İzlandalı, Rus, İngiliz, İrlandalı, Güney Afrika Cumhuriyeti, Ugandalı, ne ararsanız var diyor ofiste ve şöyle özetliyor: “Bir Turkish Delight eksikti, onu da tamamladılar!”
Düzenli olarak güncelleyemese de yaşadıklarını kaleme aldığı keyifli bir blogu var Meltem’in: “Sisteki Goriller, Pigmelerle Dans ve AIDSli Yetimler.”
“Burda hayat çok yavaş… Alışmam çok zaman aldı, ilk 8 ay yine geceli gündüzlü çalıştım. Sonra baktım ki herkesin günü 24 saat ama benim zamanım kalmıyor. İş için görüşmem gereken bir Ugandalı bana bir gün kolumdaki afili saate bakıp dedi ki ‘saatin çok güzelmiş, ama Muzunguların – beyaz adam demek – saati, Afrikalıların vakti var.’ Öyle bi dank etti ki kafama. Avrupa düzenimi Afrika`ya taşıyacaktıysam ne diye geldim ben buralara dedim kendi kendime…” diyor.
Artık hiç bir işi aksatmayacak şekilde gündüzleri çalışıyor, akşam beşte çıkıp eve gidip köpekleriyle oynuyor biraz, bahçesinde oyalanıyor biraz… Sonra spora gidiyor. Peşinden arkadaşlarıyla buluşuyor, saatlerce konuşup (ama kolundaki saate bakmadan!) kaş göz arasında geçen İstanbul yıllarının acısını telafi etmeye çalışıyor. Mesela annesi ameliyat olurken, mesela en yakın arkadaşı doğum yaparken ya da en basitinden Guns’n Roses konser verirken çalışmak zorunda olduğu yılların acısını… 19:00-20:00’de çıktığında bile part-time çalışıyormuş gibi suçlu hissettiği yılların acısını…
Meltem artık Swahili dilinde ‘yavaş yavaş’ anlamına gelen ‘ Pole pole ‘ diyor kendine…
20 Soruluk Söyleşiler’imizde Meltem Yaşar’ın verdiği samimi ve ilginç cevapları için burayı tıklayın.
1. Herhangi bir kişinin en favori insanı mısın? Neden?
Annemin! Kargaya yavrusu kuzgun gözükürmüş ya… Yok, yok… Annem, dizinin dibinden ayrılmadan devlet dairesinde çalışan, şöyle sigortalı, sabit gelirli, eli yüzü düzgün biriyle evli ve 2 çocuk sahibi bir hatun kişi olmamı isterdi herhalde…
2. Şu anda yaptığın işin dışında (hayattaki tüm işler kanuni olsaydı) ne iş yapmak isterdin?
Zoolog olmak isterdim. Burda Kibale Doğal Parki`nda – dünyadaki maymun populasyonunun en yoğun olduğu doğal park – bir ağacın tepesinde yaşayıp şempanzelerin yaşamını inceleyen bir primatolog arkadaşım var: Julie. Onun işinde gözüm var ;-) Ocak`ta gidip yanında – ağaçta – kalacağım bir kaç gün…Ya da dünyanin değişik yerlerinde okumak üzere ömür boyu öğrenci!
3. Yalan söylemenin sence uygun olduğu durumlar nelerdir? Beyaz yalan söyler misin, ne söylersin?
Mutlaka vardır ama ben beceremiyorum. Yalan söylemektense hiç bir şey söylememeyi ya da yalan söylememe neden olacak sorunun ne amaca hizmet edeceğini anlamaya çalısmayı tercih ediyorum ki ona gore gerekli yanıtı, rengi onemli değil, yalan söylemeden verebileyim.
4. En son “… özelliğinden dolayı senle gurur duyuyorum” lafını kime söyledin? Hangi özellikti o?
Ney hocam Burcu`ya hep söylerdim onunla ne kadar gurur duyduğumu; çalışkanlığından ve kabiliyetinden ötürü. Burcu 24 yaşında Türkiye`nin en iyi neyzenlerinden biriyken Sultanahmet`te bir medresede ondan ney dersi alıyordum. Hele hele de kubbeli sınıflardan birindeysek, o neyine üflediği zaman gözlerim dolardı. Geçen hafta Victoria Gölü’nün yanında bi yerde bi arkadaşımla zifir karanlığın içinde bir ateş yaktık – yanımıza etrafta ne hayvan varsa gelmemesi için, üşümemek için, balık tuttuk bi de, onu pişirip yemek icin – gölden, bataklıktan, tepelerden gelen bin bir türlü acaip sesin arasına neyimin sesini de katıp üfledim Burcu`yu anarak. Hala iyi değilim ama uğraşıyorum…
5. Aynı lafı en son sen ne zaman duydun? Hangi özelliğindi göklere çıkartılan?
Zor soru… Genelde sabırlı ve pek bi enerjik olmam nedeni ile bazen oluyor… Uganda`ya gelme kararım hakkında bir sürü arkadaşım söylemişti; “Cesaretinle gurur duyuyorum. Hiç mi korkmuyorsun?` diye. Korktum, hem de çok korktum, hala da korkuyorum.
Ama saf, sıcakkanlı, hep gülümseyen, yavaş insanların yemyeşil ve sıcak ülkesi burası. Hangi köşeden ne kılıkta bir insan evladının çıkacağını kestirememenin, ofisi ne zaman çekirge veya karınca basacağını bilememenin heyecanı, restorantlarda siparişinizi verdikten sonra ne yemek geleceğini asla tahmin edememenin süprizi, doğanın eşsizliğinin gizemi Afrika`yi çekici yapıyor.
Çok korktum arkamda bıraktığım şeyleri özlemekten, daha önce sadece safariye geldiğim kıtada yaşamın nasıl olacağını bilmemekten. Ama cesaret korkmamak değil ki… Korka korka da olsa bir şeyleri yapmak!
6. Yaşayamadığın için pişmanlık duyduğun ne var?
Henüz vakit var!
7. Lisedeki takma adın neydi? Adını sevmiş miydin?
Medusa. Saçlarım yüzünden.
8. Bir okul yaptırsan adını ne koyarsın? Neden?
Annemin adını ya da onun istediği bir isim koyardım. Ona sormak lazım o yüzden.
9. Ulaşamadığın biri ile tanışıp sohbet etme olanağın olsaydı bu kim olurdu? Ondan neler öğrenmek isterdin?
Osmanlı padişahlarından Cem Sultan’la, 4.Murat’la, Fatih Sultan Mehmet’le tanışmak isterdim. Osmanlı tarihi ve Osmanlı ile ilgili kitapları beni büyülüyor. Öğrenmek değil de, bir günü bile nasıl geçerdi bu padişahların, gözlemleyebilmek isterdim. Ya da Osmanlı’nin Osmanlı olduğu zamanlarda, bir meydan muharebesinde Mehter Takımı yeri göğü inletmeye başladığında karşıdaki ordudaki bir askerin yerinde olup bir an, o hissin neye benzediğini bilmek isterdim.
10. Yaptığı işte mutlu ve aynı zamanda başarılı olan birisini tanıyor musun? Onu örnek olarak alıyor musun?
Başarılı bir sürü kişiyi tanıdım da, özlemini çektikleri bir şeyin eksikliği hep var gibi üzerlerinde. Hep başka hayaller, hep ’emekli olunca….’ diye başlayan planlar… O insanların mutluluğundan şüphe ettiriyor insana.
Kendimi örnek aldığım Koray Tulgar vardı, Pamukbank’ta ilk yöneticim. Çalışkanlığını, insanlara ve kendine güvenmesini beğenir, örnek almaya çalışırdım.
Bir de en son ne iş yaptığını bilmiyorum ama Advantage Card CEO’su Levent Ersalman. Capital Dergisi’nde kariyer hedefi olarak `iyi bir baba olmak` diyecek kadar alçak gönüllü, kendisini karşısındaki insanin yerine koymayı çok iyi bilen, kendine ve çalışanlarına güveni tam bir yoneticiydi.
11. Hiçkimsenin göremediği bir özelliğin var mı? Varsa neden bugüne kadar gizli kaldı?
Yok hiç, ben çok fazla şey saklayamıyorum kimseden. Ama çok geç farkedilen bir özelligim var: O da ne kadar kırılgan olabildiğim.
Kendimi Shrek filmindeki Esek’e benzetirim. Bir insanı sevdiğim zaman mümkun değil ona kızamam, peşini bırakmam, ömrümün sonuna kadar severim, devamlı affederim. (En az Esek kadar da çok konuşurum bu arada; ancak zevzekliğe vardığımı da düşünmüyorum.) Ama öyle ileri geri konuşmalara, patavatsız yorumlara ve sert ifadelere pek gelemem.
12. Seni en çok ne kızdırıyor? Bu kızgınlıkla baş edebiliyor musun? Edemiyorsan, neden?
Kendinden güçsüzleri ezmeye çalışan insanlar kızdırıyor beni. Bu, hem fiziksel hem de zihinsel olabilir. Çocuklara, yaşlılara, hayvanlara kötü davrananlar, dünyanın sadece insanın kendi istediği gibi sorumsuzca tüketmesi ve kullanması için yaratılmış gibi davranan insanlar, ‘dünyayı torunlarına armağan olarak bırakma yerine, dedelerinden miras kalmış gibi kullananlar’. Bu kızgınlıkla başetmekten başka hiç çarem yok, çünkü böyle yapanlar o kadar çok ve ben o kadar azım ki!
13. Bugüne kadar yaşadığın en büyük hayal kırıklığın ne? Tekrar yaşama ihtimalin var mı?
Zamanında büyük gibi görünen hayal kırıklıklarının, aradan kısa bi süre geçip de geriye çekilip bir baktığımda aslında o kadar da büyük olmadığını gördüm şimdiye kadar. Ya hayal kırıklıkları ile beraber biz de büyüdüğümüzden, ya da görüş açısını genişletmek için geriye çekilip bakmak gerektiğinden, zaman içinde ‘ah oldum, vah bittim’ dediğim hayal kırıklıkları küçülüp gitti hep. Tekrar yaşama olasılığı ise hep yanımızda, bizimle beraber galiba.
14. Hangi markalar sinirlerini bozuyor? Neden?
Pek marka takıntım yok. Hem sinir olacak daha ciddi şeyler var dünyada.
15. Hangi markalara tutkunsun?
Çalıştığım şirketlerle de hep gurur duymuşumdur. Boyner Holding’in markalarını -Çarşı hariç- ve özellikle de Turkcell’i Türkiye’deki en bilinçli oluşturulmuş ve sunduğu ürün ve hizmetlerle içini de doldurmuş markalar olarak düşünüyorum. Bir de Nike ve Audi’yi çok beğenirim.
Burası o kadar markasız bir yer ki sadece GSM operatorleri reklam yapıyor diyebilirim. Kafamı yoran, gözüme takılan, şunu mu alsam bunu mu alsam kaygısı doğuran hiç bir şey yok. Her şey ‘no name’. Çok da memnunum bu durumdan. Herkesin alımı her seçenege açık, marka saplantısı veya tutkusu yok.
16. On sene sonraki hayatında bugünden farklı neler olacak?
Daha akıllı (!) ve kırışık olurum herhalde. Bir de kızım olsun istiyorum.
17. Seni benzer yaştaki, benzer işi yapan, benzer konumdaki kişilerden farklı kılan ne var?
Bilmem. Enerji herhalde. Duracell’in tavşanı Energizer gibi hiç durmadan davul çalabilirim.
18. Yakın bir arkadaşın kanunsuz bir iş yapsa polisi arar mısın?
Ne yaptığına baglı. Ama burada, Uganda’da çok garip bir tutum var: İnsanlar birbirleri ile problemleri konusunda yüzleşme konusunda çok çekingenler. Ama polise gitme konusunda hiç duraksamıyorlar. Yani buarda bir kişinin başka bir kişiyi polise şikayet etmesi ve bir gün ansızın polisin sizi alıp götürmesi an meselesi. Nereden mi biliyorum? Ben de gittim! Bir deli bir kuyuya bir taş attı, çıkarmam 2 haftadan uzun sürdü.
19. Hangi filmdeki hangi karakterin hayatının senin hayatın olmasını isterdin?
O kadar alakasız olacak ki şimdi söyleyeceğim iki isim: Sisteki Goriller filmindeki Dian Fossey ve Shrek’in sevgilisi Fiona!
20. Bir film yapmaya karar versen adı ve konusu ne olurdu?
Emile Ajar’ın ‘Onca Yoksulluk Varken’ kitabının filminin yapılmasını çok isterdim.