Yaşamak dünyada var olan en istisnai şey. İnsanların çoğu ise -artık- sadece çevrimiçi, hepsi bu!

Bu aralar pek bir sosyaliz. Facebook, Twitter, Friendfeed, Msn derken, bir bakıyoruz saatler geçmiş ekran karşısında. Geçen vakit eğlenceli olunca, pek farkına da varmıyor insan.

Değer mi; bağımlı mı olduk; sokaktan kopuyor muyuz soruları (biraz da geçenlerde bir seminerde yaptığım gevezelikten dolayı) beynimde fazlaca dolanınca, sizin de görüşlerinizi merak ettim. Bu yazı ondan.

“Sosyal ağ” lafı artık neredeyse Facebook ile aynı anlama geliyor! Hatta öyle ki, Facebook’un kuruluş hikayesinin filmi bile çekiliyor şu sıralarda. David Fincher’in yönetmenliğini yaptığı “ The Social Network ” filmi 15 Ekim 2010 tarihinde vizyonda olacakmış.

Neyse, biz önce Facebook’la ilgili birkaç bilgi paylaşalım:

Nisan 2010 itibariyle dünyada Facebook :

500+ bin aktif uygulama ve bunları geliştiren 1+ milyon girişimci var. 250 uygulamanın her birinin 1+ milyon aktif kullanıcısı mevcut. 100+ milyon kişi cep telefonundan da ulaşıyor ve cebi kullananlar Facebook’da 2 misli daha aktif.

ABD ve İngiltere?den sonra, Türkiye 3. en büyük Facebook ülkesi! :

Diğerleri:

Ayrıca; Bloglar, FriendFeed, LinkedIn, Flicker, LastFm, DeviantArt, Vimeo, G-Talk, Delicious, SlideShare, FarmVille, SecondLife, WarCraft, EkşiSözlük ve daha yüzlercesi…

Sosyal iletişim platformları arasında Facebook açık ara önde. Dünyada 400 milyondan daha fazla nüfusa sahip ülke sayısı ise sadece iki; Çin ve Hindistan. Fazla değil, bundan 2.5 yıl önce Fikir Atölyesi’nde ilk kez paylaştığımızda , Facebook üye sayısı 46 milyondu. Bir yıl önce ise var olan 200 milyon üyenin 10 milyonu Türk kullanıcılardı.

2011 senesi içinde ise Facebook’un bir milyar aktif üyeye ulaştığını görmek hayal olmayacak. Bu da dünya nüfusunun altıda veya yedide biri demek!

“Şu anda ne yaptığımızı” eskiden sadece Msn’deki iletimizde paylaşırken, şimdi binlerle, milyonlarla paylaşıyoruz. Çevremizde olup biteni “önce” biz duyurmak istiyoruz, var içimizde bir habercilik aşkı [ microblogging > vatandaş gazeteciliği]. Hem buralar daha bir güncel, daha samimi ve belki de en önemlisi, daha inandırıcı.

Sevdik sonuçta:

Bunlar, sosyal ağları neden sevdiğimizin görünen nedenleri de, asıl neden, Michelangelo’nun şu lafında gizli olabilir mi:

?Çoğumuz için en büyük tehlike, hedefi yukarı çekip ulaşamamakta değil, çok aşağılarda tutup ulaşmakta.?

Eskiden hep takma isimlerle vardık mesela. Dilediğimizi söyler, internetten bir zarar gelmez derdik. Geliyormuş oysa. Hem de iş ‘kitlesel yayın’a girdiğinden misli misli geliyormuş. Ancak Facebook’la ivme kazanan “gerçek kimliğinle” var olma durumu, azalttı gibi bu anonim olma durumunu. Geçtim onu, biz terfi beklerken, Facebook profilimize bakanlar bile var!

Gülen yüzler dünyası sonuçta. Kendimizi olduğu gibi gösteren [habersiz çekilmiş, pek de hoşumuza gitmeyen, photoshop’lanmamış!] resimler pek yer almaz mesela buralarda. Çünkü bu yaşadığımız “kurgulanmış bir alt hayat” belki de:

Büyük Birader’in de pervasızca her attığım adımı kayıt altına aldığı bu “kurguladığım alt hayat” güzel de, sahi, ben kimdim?

Veya pardon… Bu yukarıda yazılanların televizyondan bir farkı var mı ki?

Bugünün televizyon programları da bana hayal ettiğim bir alt hayatı kurgulamam için var güçleriyle çalışmıyor mu? Kim nerede, kiminle, ne giymiş, ne demiş ağırlıklı magazin programları, özendiğim Polat Alemdar’lar, yatak odası problemlerini milyonlar önünde tartışan insanlar… Ne farkı var ki?

Yok gerçekten! Çünkü olmayan bir şeyi sosyal ağlar yaratmıyor. Yaratamaz da. Ve sosyal ağlar, geleneksel medyanın ta kendisi olmak üzere.

İnsanların olduğu, toplaştığı yerlerde görüşler olacak. Tartışmalar olacak. İlgi görme ihtiyacı aynı. Kendimizi gösterme, sosyal olma, ait olma ihtiyaçları aynı. Teşhir (sadece çıplaklık değil, beynin içindekiler için de), bayağılık, hatta nefret ve kin kusma…

İnsanların olduğu her yerde bunlar var. Sosyal ağlarda da olacak. Kültürün başka bir aynası sonuçta. Tek olumlu fark ise; artık olup biteni daha yakından takip edebiliyor ve dilersek de fikirsel katkı sağlayabiliyoruz. Sessiz kalmak istemediğimiz anlarda, elimiz kolumuz eskisi kadar bağlı değil. Karizma olma çabası dışında kalan zamanlarda, akıllı fikir tartışmalarının kazancı büyük.

Gelişen teknoloji ile beraber değişen, esasında sadece iletişim platformları. Bir de tanımlarımız:

Msn’de görüntülü konuşmak “görüşmenin”, Sms atmak “ilgi göstermenin”, Twitter veya Friendfeed’te yazmak “paylaşmanın”,  Facebook’ta olmak da “var olmanın” yeni adları olmuş.

Maslow mesela. İhtiyaçlar Teorisi ‘ni yazarken bugünlerin ağlarını görebilseydi… “Sosyal olma ihtiyacını” geçin, piramitte bir yukarıda yer olan ve saygı ve başarıyı kapsayan “benlik ihtiyacı” için bile artık sosyal ağlarımız var!

İyi ki de var şu teknoloji! Yoksa bunca “koşuşturmaca içinde” nasıl sever, sevilir veya bir yerlere ait olurduk?

Albert Einstein’ın şu “Nasıl oluyor da kimse beni anlamıyor, ancak herkes çok seviyor?” sorusuna biz şimdi yeni bir tane daha ekleyebilir miyiz?

?Nasıl oluyor da herkes beni anlıyor, ancak sadece seviyor’muş’ gibi yapıyor!?

İster sokakta, ister evde… İnsanların çoğu birbirine benziyor. Doğal olarak çevrimiçinde de başladık benzemeye! Kjell Nordstrom and Jonas Ridderstrale demişti:

?Günümüz toplumu; benzer eğitim almış benzer çalışanların, benzer fikirlerle benzer ürünleri, benzer kalite ve benzer fiyata, benzer yöntemlerle sattıkları benzer firmalarla dolu.?

Benzer firmalarda ve benzer hayatlarda tıpatıp da benzer oluyoruz. Sıradan kısaca! Sonra da sanıyoruz ki, [aynen o ustaca kurgulanmış televizyon dizi veya reklamların zayıf yanımıza konuştuğu gibi] şimdi de sosyal platformlarda, üstelik bu sefer kendi elimizle kurguladığımız hayatlarda, artık “sıradan” değiliz.

Oscar Wilde zamanında; ?Yaşamak dünyada var olan en istisnai şey. İnsanların çoğu ise sadece varlar, hepsi bu.? demişti. Önce bu lafı günümüze uyarlayıp, sonra da sözü size bırakalım.

?Yaşamak dünyada var olan en istisnai şey. İnsanların çoğu ise [artık] sadece çevrimiçi, hepsi bu.?